‘Denemek diye bir şey yok’ diyor elimdeki broşür. ‘Yaptım ya da yapmadım var’. Geçen Şubat ayında Yeni Zelanda’ya gitmeye karar verdiğimde, skydiving yapmaya da karar vermiştim. Tam da broşürde dediği üzere, korkularımın üzerine gitmek için… Zihnimin ve bedenimin sınırlarımı genişletmek için… Daha özgür bir insan olmak için…
Ekstrem sporlara yabancı biri değilim. Dünyanın türlü köşesinde vadi atlayışı, kafessiz köpekbalığı dalışı, mağara dalışı, yelken kanatla uçuş yapmışlığım var. Bunların bazılarını yaptıktan sonra adrenaline boğulduğum, kalbimin kulaklarımda küt küt attığı olmuştur. Fakat yapmadan önce, büyük bir coşku duymanın dışında, zırnık korku hissetmedim.
Uçaktan atlama fikri ise beni oldum olası tedirgin etmiştir. Ayağın yere basmaz, tutunacak yer yok, işler ters gitse biri yetişene kadar yere yapışırsın… Ne gerek var atlamaya, değil mi?
İyi de o zaman ne gerek var dağlara tırmanmaya… Ne gerek var maraton koşmaya… Ne gerek var yelkenle okyanus geçmeye… Ne gerek var bir nefesle metrelerce dalmaya… Oturalım oturduğumuz yerde. Ama oturamayız. Çünkü insan doğası merak eder. Keşfetmek ister. Denemek ister. Mücadele ister. Ve ancak zaferle tatmin olur.
Bunları düşünürken, Yeni Zelanda’da açıkhava sporlarının başkenti sayılan Queenstown’da, internetten bulduğum NZone Skydiving’in ofisinde oturmuş elimdeki broşürü inceliyorum.
Queenstown
Queenstown Yeni Zelanda ölçeğinde her ne kadar şehir sayılsa da, biz ancak kasaba deriz buraya. Yerleşik nüfus sadece 13.000, ancak yaz aylarında maceraya koşmak isteyen turistler sayesinde 300.000 kişiye çıkıyormuş.
Aslında kış turizmi ile gelişmeye başlamış bir yer burası. Yeni Zelanda’nın güney adasını yukarıdan aşağı ikiye bölen Güney Alpler’in yanı başında ve nefes kesen güzellikte bir göl olan Wakatipu Gölü’nün kıyısında yer alıyor. Kış sezonunda snowboard ve kayak yapmak isteyenler buraya akın ediyormuş. Yıllar içinde açıkhava sporlarının gelişmesi ve tam da burada bungy jumping’in keşfedilmesiyle Queenstown dönmüş bir yaz şehrine (Bu arada belirteyim, Yeni Zelandalılar bungee değil bungy jumping diyor, dünyanın geri kalanının tersine. Bana da doğduğu yerde anılan ismiyle yazmak düşer!).
Bizim Kapalıçarşı’da ne kadar kuyumcu, halıcı, derici varsa Queenstown’da da o kadar outdoor’cu var. Skydiving, hanggliding, dağ bisikleti, jet botu, helikopter kayağı, nehir sörfü, rafting, yamaç paraşütü, planör uçuşu, mağara ekspedisyonu, buzul tırmanışı, bungy atlayışı… Bunların ikili, üçlü kombo paketleri… Şehir bu sporların ya kıyafetini, ya ekipmanını ya da turunu satan dükkanlarla dolup taşıyor.
Dükkanları geçtim, başka hiçbir yerde görmediğim bir hizmet var: Dağ bisikleti telesiyeji. Tıpkı kayak pistine çıkar gibi, bisikletinizi alıp telesiyejle tepeye çıkıp çıkıp parkurdan kendinizi aşağı salabiliyorsunuz.
Sözün kısası, Queenstown’a gelip herhangi bir aktiviteye katılmadan dönmeye kalkanı çok fena ayıplıyorlar. Tek problem var: Aktiviteler gerçekten çok pahalı.
NZone’un ofisinde oturmuş hangi yükseklikten atlayacağıma, fotoğraf ya da video çekimi isteyip istemediğime karar vermeye çalışıyorum. Seçenekler 9.000, 12.000 ve 15.000 feet (Sırasıyla 2.7 km, 3.6 km ve 4.5 km). Kaydımı alan eleman neşeyle havanın şahane ve tam da 15.000 feet’ten atlamaya uygun olduğunu anlatıyor. Gerçekten masmavi ve pırıl pırıl bir gökyüzü var bugün. Yapmışken tam yapayım deyip 15.000 feet’i seçiyorum. Bu yükseklikten atladıktan sonra paraşüt açılana kadar geçen serbest düşüş süresi 65 saniye. Ömrümün bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmesi için gayet yeterli bir süre bence!
En yüksek mesafeyi, dolayısıyla en pahalı atlayışı seçtiğim için 429 Yeni Zelanda Doları’nı atlayışa, 179 Yeni Zelanda Doları’nı da fotoğraf çekimine bayıldıktan sonra minibüsle yarım saat mesafedeki piste götürülüyorum.
Alana gelince şaşkınlıktan ağzım açık kalıyor. Ortam arı kovanı gibi. Bu kadar çok skydiving yapmak isteyen insan olduğuna inanamıyorum. Kapıya turnike koysalar yeridir. Hemen Cem Yılmaz usulü hesaba başlıyorum: Günde şu kadar kişi atlasa, eğitmenlerin maaşı şu kadar olsa… Hesabı tamamlayamıyorum ama bu işte çok para olduğu belli.
NZone’un organizasyonundaki profesyonellik takdire şayan. Kapıda ayrı hostes, karşılama masasında ayrı hostes… Herkes pek güleryüzlü, pek canayakın. Eşyalarımızı kilitli dolaplara bırakıyoruz. Bu dirlik-düzen kendimi rahat hissetmemi sağlıyor, ama sonuçta iş birlikte atlayacağım eğitmende bitecek. O yüzden sağa sola bakıp kimle atlayacağımı anlamaya çalışıyorum. Beklerken, açık paraşütlerin hangarda nasıl sarılıp toplandığını izliyorum. Elemanlar konuşup gülüşerek naylon malzemeyi yuvarlarken ‘aman dikkatli sarın’ diye seslenesim geliyor.
Neden sonra hangara alınıyoruz. Bizim sortide atlayacak 4 kişiyiz. Önce giyiniyoruz. Verdikleri ince tulumu normal kıyafetlerimin üzerine geçiriyorum. Kafama göre bir başlık, ellerime uygun bir çift eldiven ve şeffaf gözlükler… Takımı düzdükten sonra, bizi bir uçak kapısı maketi önüne alıp atlayış anında vücut pozisyonumuzun nasıl olması gerektiğini gösteriyorlar. Kanada kuyruğa çarpmadan düzgün bir atlayış yapmak için önemli: Kafayı geriye atıp eğitmenin boyun boşluğuna koymamız, ayakları dizden geriye doğru kırıp kalçayı öne itmemiz gerekiyormuş. Muz pozisyonu deniyormuş buna. Bildiğin ters C…
O sırada kafasında bandanayla son derece ciddi bir tip geliyor yanıma. ‘’Merhaba, ben Kras, beraber atlayacağız!’’ Şöyle bir etrafıma bakıyorum, bütün diğer eğitmenler neşe küpü… Milletin üzerindeki tedirginlik atılsın diye komiklikler, şakalar gırla… Benimki ise duvar. Şansa bak! İki dakika içinde komşu oldumuzu öğreniyoruz. Bulgar’mış Kras. Ama bu bile cool tavrının bozulmasına ve herhangi bir muhabbet açılmasına vesile olmuyor.
Biz bütün bu hazırlıkları yaparken atlayışların yapıldığı pırpır uçak kalkıp kalkıp iniyor. O arada Vasi (Popi) ile tanışıyorum. Kendisi Rumen ve benim fotoğrafçım. Kras ve benimle birlikte atlayacak. Vasi çekimleri deklanşör kablosunu dişlerinin arasına aldığı, kaskına monte edilmiş bir kamera ile yapacak. İsteyen ve bedelini ödeyen herkese özel fotoğrafçı / kameraman tahsis ediliyor. Dolayısıyla bizim uçak kadrosu 4 şaşkın müşteri, 4 eğitmen, 3 fotoğrafçı ve pilot olmak üzere 12 kişi. Yaklaşık yarım saat daha bekledikten sonra işareti alıyoruz. Sıra bizde…
Skydiving
Kayıt olurken skydiving eğitmeni olmak için minimum 1000 atlayış yapmış olmak gerektiğini, NZone eğitmenlerinin ortalama 3000 ila 5000 atlayışları bulunduğunu, dolayısıyla kadrolarının çok deneyimli olduğunu ballandırarak anlatmışlardı. Uçağa yürürken bari şunun deneyimini sorayım da içim rahat etsin diyorum. ‘Kaç atlayışın var Kras?’ diye soruyorum. ’19.000’ deyip gülüyor, ‘senin kaç tane?’ Hesap makinesi yine çalışmaya başlıyor benim kafada. Bir insan her gün 3 kere atlasa, 17 sene boyunca non-stop atlamış olması lazım 19.000 atlayış için… Uçağa içim rahat, eğitmenime koşulsuz teslim olmuş, mutlu mesut biniyorum.
İndikten sonra öğreneceğim, Kras (Bankov) Bulgar Ordusu’nda yetişmiş eski bir asker ve skydiving şampiyonu. NZone’un en deneyimli eğitmeni. Aynı zamanda sporcu ve eğitmen hocası. Arasam daha iyisini bulamazmışım meğer.
Pırpır uçağa bacaklarımızı açıp atlayış sıramıza göre arka arkaya yerleşiyoruz. İçiçe geçmiş kaşıklar gibiyiz. Öyle koltuk filan yok. Direkt yerde oturuyoruz. Zaten küçücük uçak. En önde Vasi, arkasında ben, benim arkamda Kras var. Bu demektir ki ilk atlayacak müşteri benim. Nefis.
Yükselmemiz 10-15 dakika sürüyor. Bu sırada Kras atlayış sırasında neler yapacağımızı bağırıyor kulağıma. Elindeki altimetre üzerinde kaç feet’te atlayacağımızı, nereden nereye kadar serbest düşeceğimizi, kaç feet’te paraşütü açacağını gösteriyor. Son olarak, uçaktan çıkarken ellerimi omzumdaki askılara geçirmem ve vücudumu muz pozisyonuna getirmem gerektiğini hatırlatıyor. Sakin sakin konuştuğu için söylediklerinin yarısını duyamıyorum gerçi, ama ona güveniyorum.
Bizim pırpırın motor gürültüsü iyice harlanıp Cook Dağı’nın 3754 metrelik zirvesi dahi epey aşağımızda kalınca vaktin geldiğini anlıyorum. Kras sırtımdaki kancaları kendi göğsündeki kancalara takıp kontrol ediyor. Sağımdaki solumdaki bağcıkları sıkıştırıyor. İyice birbirimize yapışıyoruz. Hayrettir, ne tedirginlik, ne endişe hissediyorum… Karadan ayrıldığım anda hepsi kayboldu. Onun yerine yine büyük bir coşku ve sevinç var içimde. Deli miyim neyim!
Kayarak açık kapının önüne geliyoruz. Vasi yarasa gibi kapının dışına çıkmış, kanada asılmış duruyor. Bense tamamen havadayım. Kras kapının kenarına oturmuş olduğu için onun önünde ayaklarım boşlukta sallanarak duruyorum. Kafamı ve ayaklarımı geriye atıyor, ellerimi omuz askılarıma geçiriyorum. Kras bağırarak Vasi’ye komut veriyor veee …Vasi önde, biz arkada boşluğa uçuyoruuuz…
İnsanın benliğini, varlığını bir bütün olarak hissettiği anlar vardır. Benim skydiving deneyimimin özeti işte bu. Özümü hissettiğim an. Ben buyum dediğim an.
İlk birkaç saniye müthiş bir rüzgara karşı, içim çekilerek düşüyorum. Bu atlayışta ulaştığımız limit hız (terminal velocity) yaklaşık 200 km/saat. Ağzım burnum yamuluyor tabii.
Birkaç saniye sonra Kras omzuma dokunuyor, ben de artık kollarımı açabileceğimi anlıyorum. Hızımız hiç azalmadan, ancak biz duruma alışmış olarak aşağı düşmeye devam ediyoruz. O hızda dahi etrafı seyredebiliyorum. O sırada Vasi’yi görüyorum. Burnumun dibine kadar girip zafer işareti yapıyor.
Ne yazık ki sayılı saniye tez bitiyor. Vasi görüşürüz der gibi bir işaret çakıp dalıyor. Fotoğrafçının yere inişimizi çekebilmesi için bizden önce inmesi lazım. O yüzden kafa önde, aşağı hızlı bir dalış yapıyorlar. Kras altimetreyi göstererek artık paraşütü açacağını haber veriyor. Sanırım 1.300 – 1.400 metre civarındayız, yani bir dakika boyunca 3.000 metreden fazla bir mesafe düştük. Paraşütün açılmasıyla aniden yukarı uçuyoruz.
Paraşüt açıldıktan sonra yaklaşık beş dakika döne dolaşa süzülüyoruz. Manzara inanılmaz. Uzaklarda zirvesi kar kaplı dağlar, yakında üzeri yemyeşil tepeler, altımızda masmavi bir göl, gökyüzünde pofidik bulutlar…
İyice alçalınca Kras altımızdaki iniş pistini gösterip ‘Benim ofise geldik’ diyor. Aaa, cool Kras espri yaptı! Uçaktan atlamak bir insanı ne kadar değiştiriyor, buyrun ispatı!
Kuş gibi, hafifçe konuyoruz yere. ‘Nasıldı?’ diyor Kras.
‘Teşekkürler Kras’ diyorum. ‘Hayatımda yaptığım en güzel şeydi’.