Sudan Dalış Günlüğü

Sudan

Okuyacaklarınız Sudan ‘a yaptığım bir haftalık dalış seyahatinin günlüğüdür.

 

14 Aralık 2007

Kurban Bayramı tatilini Sudan’da dalış yaparak geçirmeye karar verdik ve saat 00.30’da kalkan THY uçağı ile Kahire’ye geldik. Sabaha karşı havaalanının hemen yanındaki otelimize yerleştik. Yatacağız, kalkacağız, yemek yiyeceğiz ve havaalanına döneceğiz. Uykusundan fedakarlık edip Kahire’yi gezecekler de var aramızda tabii. Ben daha önce Kahire’ye gelmiş olduğum için birkaç saat uyumayı tercih ettim. Bizi karşılayıp otele getiren Mısırlı rehberimiz başımızın etini yedi, “Yarın mutlaka saat dörtte lobide olun, olun, olun!” diye… Yahu dedik, zaten havaalanı otelinde kalıyoruz. Araçla beş, yürüsen on dakika mesafedeyiz. Uçağımız da 20.30’da. Ne yapacağız dört saat önce gidip? Adamın cevabıyla kendimize geldik: Sudan Havayolları’na ait sadece iki uçak bulunduğundan bazen uçak dolunca kaldırıveriyorlarmış, yani biz bakmayacakmışız o tarifede yazan saate… Ne kadar erken gidersen uçuşun o kadar garanti… Nasıl yani, topu topu iki uçakları mı var diye hayretler içinde bir daha soruyoruz.” Aslında” diyor rehber, “bir tane daha vardı, ama geçen sene düştü maalesef!”

Buyrun, Afrika’ya hoşgeldik!

 

15 Aralık 2007

Erken erken gittik uçağa bindik. Airbus 330’la uçacağız, görüntü fena değil. Elimi koltuk cebine attım, güvenlik kartını arıyorum. Bildiğin ortaokul kareli harita metod defterinden bir sayfaya güvenlik uyarılarını çizmişler, sonra PVC ile kaplamışlar, üzerinde de October 1989 yazıyor!

Derken hostes güvenlik önlemleri anonsuna girdi. O biter bitmez de başladı allahuekber allahuekber dua okumaya. Duamızı da ettikten sonra nihayet motorlar çalıştığında, uçağın içindekilerin yarısından fazlası hala cep telefonuyla konuşuyordu!

Sudan Havayolları, iki uçağını en verimli şekilde kullanmak için olsa gerek, Kahire-Port Sudan-Hartum ring sefer yapıyor. İki saatlik uçuşla Port Sudan’a geldik. Burası, adı üzerinde aslında, Sudan’ın en büyük liman kenti.

Uçuş iki saat sürdü, ama havaalanından tekneye gidişimiz daha uzun sürdü. Önce indiğimiz tuhaf havaalanında İngilizce konuşamayan bir rehber bizi buldu. Pek zor olmadı tabii o kadar siyah arasında 14 tane beyazı bulması. Takiben, pasaportlarımızı bizden aldı, polislere verdi. Bir daha da geri gelmedi pasaportlar. Meğer liman yönetimine gidiyormuş bunlar, onlar da biz geri dönene kadar kendilerinde tutuyorlarmış. Pasaportları kaptırdıktan sonra hiç değilse bavulları kurtaralım diyerek dönen bagaj dalgametresinin önüne doluştuk. Fakat havaalanında sadece iki adet yer görevlisi bulunduğundan ve tüm işleri bu adamcağızlar yaptığından bizim bavullar bir türlü gelemedi. Pencereden izliyoruz. Adamlar önce bütün Port Sudan yolcularının bavullarını tek tek indirdi. Sonra bütün Hartum yolcularının bavullarını tek tek yükledi. Sonra indirdikleri bavulları tek tek araca yükledi. Araç geldi, bavullar tek tek indirildi. Ay bana da fenalık geldi. Neredeyse saatlerce bekledikten sonra alet nihayet dönmeye başladı. Fakat meret öyle bir metalik gıcırtı çıkarıyor ki, dayanılır gibi değil, bu sefer bütün ekip ellerimizle kulaklarımızı kapatttık. İşin tuhaf tarafı, etrafta bizim ekipten başka bu gıcık sesten rahatsız olan yok. O sırada taşıyıcılar ya Allah diyerek bavulları sallıyor. Sallıyor ama isabet ettiremiyor, zira bagaj bandının pulları yer yer eksik. Arada bazı bavullar deliklere isabet edip gözden kayboluyor. Sonra ara ki bulasın. Böyle sürreal bir ortam.

Bavullarımızı aldıktan sonra bir saat daha havaalanından çıkamadık. Neden derseniz, Port Sudan’da x-ray adlı teknolojik gereç bulunmadığından. Onun yerine 3-4 tane polis tüm yolcuların bütün bavullarını tek tek açıp içlerini karıştırdı. Nihayet dışarı çıktığımızda saat geceyarısını geçmişti. Meğer geceyarısından sonra sokağa çıkma yasağı varmış, hadi buyrun! Bizi almaya gelen külüstür minibüsümüze bir polis arabası eşlik etti de teknemize varabildik.

 

16 Aralık 2007

Teknemizin adı Royal Emperor. Birkaç katlı, gayet konforlu, misler gibi bir tekne.

Rehberimiz ise James adlı bir Avustralyalı. James üç sezondur Sudan’da çalışıyormuş. İki hafta sonra Avustralya’ya ailesinin yanına bir ay tatil yapmaya gidiyormuş. “30 yaşlarında olup annesinin yanına tatile gittiği için sevinen benden başka biri var mıdır acaba?” diye gülüyor. Geleceğini annesine haber verdiği zaman kadının ilk tepkisi “Mutfağı boyamanın da vakti gelmişti” olmuş! Karşılıklı bir sevinç söz konusu yani.

Bugün iki dalış yaptık. İlki tekneden, check-dive. İkincisi zodyakla. Etrafta güzel mercanlar ve renkli balıklar bolca var, ancak ilk dalışlar biraz yavan geçti diyebilirim. Üstelik güneş yok güneş! Gitti benim bütün bronzlaşma hayallerim, öff… Hava da, su da, rüzgar da ılık; üşütmüyor. Ama gökyüzü hep gri, hep kapalı. Güneşi bugün sadece batarken gördüm.

Dalış araları güzellik uykusu ile geçti. Henüz yol yorgunluğunu atamadık. Sürekli şekerleme modundayız. Bir yandan da teknenin yemeklerine alışmaya çalışıyoruz. Her şeye taze kişniş koyuyorlar. Hele salatalara mutlaka. Kimse salata yiyemedi öğlen. Rica ettik bundan sonra koymayın diye, akşam baktık gene var. Bir daha rica ettik, bakalım yarın olacak mı?

Yarın kalkış 06.30. Halikarnas Balıkçısı’nın ağzından Bodrum’a sürülme öyküsü “Mavi Sürgün” ile uykuya akıyorum…

 

17 Aralık 2007

Bugün sabahın köründe yaptığımız dalıştan sonra 5 saat yol gittik ve en kuzeydeki dalış noktalarına geldik. Köpekbalığı göreceğiz diye gelmiştik, ama pek şanslı değiliz, sadece iki tane görebildik.

Tekneye geldiğimiz ilk gece briefing sırasında James “Boşalttığınız dalış çantalarınızı verin, haftanın geri kalanı için biz onları ortalıktan yok ederiz” dedi, çantaları verdik. Gece kamaramıza yerleştikten sonra konuşuyoruz, “ya bizim kamara da merdivenlere en uzak yerde, birşey olsa nasıl kaçacağız” diye… Bir baktık oda kapımızın hemen dışında bir Exit var. Var ama Exit’ten çıkılamıyor. Çünkü Mısırlı abiler bütün dalış çantalarını Exit kapısının önüne yığmışlar, nefis 🙂

Baktım dalışlarda bir enteresanlık yok, kendimi kitaba verdim: “Mavi Sürgün” bitti, şimdi İhsan Oktay Anar’ın yeni kitabı “Suskunlar”…

 

18 Aralık 2007

Oh be. Nihayet çekiçkafa gördük. Sabah erken dalışında, Angarosh’ta, biraz uzaktan ve sadece iki tane de olsa gördük hayvanları. İkinci dalışta heybetli bir çekiçkafa daha gördük. Bolca da gri resif köpekbalığı. Fakat grupta şımarıkça bir hayalkırıklığı hakim. Zira burasının özelliği “köpekbalığı beslemesi” yaparak köpekbalığı sürülerini “çağırmak”. Böylece değişik cinslerden kalabalık adette hayvanı bir arada görmek. Şöyle yapılıyor: İçine balık ve balık kanı konulan kapalı bir kavanoz sualtında köpekbalıklarının rahatça ulaşamayacağı bir noktaya yerleştirilip ağzı açılıyor. Kokuyu alan hayvanlar kavanozun etrafında dönmeye başlıyorlar, siz de etraftan izliyorsunuz.

Ancak rehberimiz doğal dengenin bozulduğu gerekçesiyle köpekbalığı beslemesine taraftar değil. Öğle yemeği sırasında kendi aramızda rehberi nasıl ikna edeceğimizi konuşuyorduk ki, aslında bizim grubun içinde de bu fikre sıcak bakmayan, hatta karşı çıkanlar olduğunu fark etik. Böyle olunca zorunlu olarak doğanın bize gösterdikleriyle yetinmek zorunda kaldık. Ki doğa öğleden sonraki üçüncü dalışta bize pek birşey göstermedi. Gece dalışına gitmediğim için doğaya sevgilerimi sunarak günü kapatmış oldum.

Akşam yemeğinden sonra Cousteau’nun 1956 yılında çekilmiş bir belgeselini izledik. Adamlarda ne ararsan var maşallah: Balina zıpkınlamaktan dinamit patlatmaya, çekiçle mercan kırmaktan çengelle köpekbalığı yakalamaya… Filmin bir yerinde dış ses “Bu yaptıklarımızın hiçbirini normalde yapmamak lazım, biz tamamen bilimsel amaçlarla yaptık” demez mi, hep beraber kahkahalara boğulduk.

Bu arada dünden beri güneş var, rüzgarla birlikte. Öyle yatıp güneşlenecek bir durum yok ama hiç değilse ikinci dalıştan sonra üst güvertede oturup kitap okuyabiliyoruz. Zira alt kat, yani salon sürekli karanlık. Çünkü pencerelerdeki perdeleri kapatıyorlar. Dalıştan bir geliyoruz tüm perdeler kapalı, içerisi karanlık. Açıyoruz perdeleri, bir dalıp geliyoruz, gene kapanmış. Biz açıyoruz, garsonumuz Abdul kapıyor. Kovalamaca oynuyoruz adeta. Sonunda rica ettik, allasen kapama şunları diye. Olmaz dedi. Meğer kapı sık sık açılıp kapandığı için içerisi aydınlık olunca bütün sinekler salona doluyormuş. Sinek mi, karanlık mı deyince karanlığı tercih ettik mecburen.

Grupta 2 kişi video, 3 kişi fotoğraf çektiği için dalış dönüşü neler çekildiği merak konusu oluyor. Bugün çekiçkafa köpekbalıklarını yakından gördüğümüz ikinci dalıştan sonra, tam da yakın plandan hayvanı çektiğini düşündüğümüz Hakan’ın, fotoğraf makinesinin kapağının kapalı kaldığını tekneye çıktığında fark etmesi günün neşesi oldu.

 

19 Aralık 2007

Gece yedi saat yol alarak güneye, Shaab Rumi’ye indik. Bir doğal lagün içinde demirledik. Sabah 07.00’de yaptığımız dalış tam cümbüştü. Barakuda sürüleri, gri resif köpekbalıkları derken sürpriz bir şekilde yanımızdan geçen 10 bireylik bir yunus sürüsü… Daldığımız resif sualtı hayatı açısında o kadar canlıydı ki yüzeyden bir metre alta kadar bir balık bulutu ile kaplıydı. Dün akşam seyrettiğimiz Cousteau belgeselinde, bu bölgede yaptıkları dalışlar sırasında bir kafes kullandıklarını izlemiştik. İşte o kafesi bırakıp gitmişler. Tarihi eser ziyaret eder gibi gezdik etrafında.

Dalıştan döndük, bir baktık kamaralarımızdaki çarşaf ve havluları değiştirmişler. Havluları şekil şekil katlayıp koyuyorlar. Bu kez kuğu şeklinde bir havlu buldum yatağın üzerinde. Fesüpannallah. Adamların bu katlama / toplama hastalığı da beni delirtti. Duş alıyoruz, ıslak havlu kurusun diye asıyoruz, dalışa gidiyoruz. Bir geliyoruz, havlu katlanmış yatağın üzerine konmuş. Üç gündür nemli havluyla kurulanmaktan bir hal oldum. Şimdi de başımıza kuğular çıktı!

Yemek arasında, dalış yapacağımız yerde çekilmiş 1963 tarihli bir Cousteau belgeseli daha seyrettik. Sualtında insan yaşamını ve desatürasyonu incelemek üzere ekipçe bir kabin inşa etmişler. Asıl fikir Amerikalı bir donanma kaptanı olan George Bonds’a aitmiş, ancak fikrini hayata geçirecek parayı bulamayınca adam bir şekilde Cousteau’yu bulmuş. Cousteau da fikri daha önce bir-iki belgeselini çeken bir film şirketine satmış. Herşeyin filme çekilmesi karşılığında şirket deneyi finanse etmeyi kabul etmiş. İlk inşa ettikleri kabini Fransa’daki bir limanda denemişler. Bu deneme iyi geçince gerçek deneyi yapacakları ve filmi çekebilecekleri güzel bir yer aramışlar. Cousteau’nun ilk tercihi Mısır imiş. Ama o sıralarda ülkenin durumu karışıkmış, o nedenle ikinci tercihleri olan Sudan’a gelmişler. İçinde bulunduğumuz lagünü üs belleyip kabini, yani Conshelf II’yi koyacak düz bir zemin aramışlar. Düz bir zemin bulamayınca, meşhur gemileri Calypso’nun çapasını sürüklemek suretiyle kendilerine düz bir yer açmışlar. Bu kısım rehberimiz James tarafından anlatıldı, belgeselde yok tabii ki! James Cousteau’ya belli ki biraz kıl. Bilimsel çalışma adı altında birçok denizde ortalığı tarumar ettiğini ve aslında ününe ün, parasına para kattığını düşünüyor. Çok haksız da değil. “Dalgıçlarına Sudan’ın Haziran sıcağında, yani mayoyla dalmanın yeterli (hatta fazla bile) olduğu bir ısıda gümüş renkli elbiseler giydirip onlara “oceanaut” demesinden belli” diyor. “Çok havalı! Bence bizde böyle giyinmeliyiz!” diye dalga geçmeyi de ihmal etmiyor.

Cousteau’nun biraz kendini beğenmiş olması şaşırtıcı değil herhalde. Halen daha, denizler hakkında sahip olduğumuz bilgi uzay hakkında sahip olduğumuz bilgiden az. Deniz hakkında bildiklerimizin çoğu da Cousteau’nun bize öğrettiklerinden oluşuyor. Adam hakikaten Nautilus’taki Kaptan Nemo gibi birşey…

Bu arada, belgeseli seyrederken bir ara tüylerimiz diken diken oldu. Çalı benzeri bir bitki gibi görünen, ama aslında bir hayvan olan, bir deniz mahlukatı var. Hayvan olduğundan -doğal olarak- hareket edebiliyor. Cousteau amca ve ekibindeki “okyanusnotlar”, üstelik bir gece dalışı sırasında, almışlar bu çalı hayvanından bir tane, ellerinde mellerinde yürütmüşler. Görüntünün altına da Jaws müziği döşemişler. Olmuş size üçüncü sınıf bir Amerikan korku filmi. Ben bu belgeseli 10’lu yaşlarımda seyretmiş olsaydım, büyüyünce dalış yapmak ne kelime, ayağımı bile denize sokmazdım valla. Halbuki suyun altında görseniz, kendi halinde bir hayvan işte…

Conshelf II’nin içinde 8 dalgıç + 1 papağan, dört hafta boyunca 2 atmosfer basınca maruz kalarak yaşamış. Her şey yolunda gitmiş, deney tamamlanmış, belgesel çevrilmiş, pılı pırtı toplanmış, kabinin dış kabuğu olduğu yerde bırakılmış ve gidilmiş. Kabin 5-6 metre çapında mantara benzeyen bir yapıda. Bugün her yeri mercanla kaplı, içi ise boş. Dalış turizmine hizmet ediyor…

 

20 Aralık 2007

Sabah boğaz ağrısı ile uyandım. Sesim kısılmış. Bademcikler davul. Hemen sıcak bir çay. Dur bakalım ne olacak?

Saat 06.00’da, henüz güneş doğarken bottaydık. Tekneden henüz ayrılmıştık ki 15-20 bireylik bir yunus sürüsü bizi karşıladı. Yunus görmenin sevinciyle bağırış çağırışız. Sırtımızda scubalar olduğu ve dalış noktalarımızın da çok uzağında olduğumuz için yunuslarla yüzmek için suya atlayamadık. Bizi lagünün çıkışına kadar geçirdiler. Güne harika bir başlangıç oldu…

Dalış sırasında çekiçkafa görür müyüz diye pür dikkat etrafa bakarken rehberimiz James bana “Sesleri duyuyor musun?” diye işaret etti. Ne sesi, neyin sesi, ne duymam gerekiyor? Birden James’in neden bahsettiğini anladım. Beş-altı bireylik bir yunus sürüsü. Aralarında bir de yavru var. O kadar küçük ki… Yavruları olduğu için fazla yaklaşmadan yanımızdan yüzüp gittiler.

James daha önceki briefing’lerden birinde bu bölgedeki köpekbalıklarının markalandığını ve neler yaptıklarının takip edildiğini anlatmıştı. Bu dalışta sırtına sarı etiket takılmış bir tane gördüm. Etrafta etiketsiz gezinen dört tane daha var. Ne yazık ki bunları uzun süre takip edemedik. Resifin köpekbalıklarının gezdiği tarafında güçlü bir akıntı var, palet vurmaktan bir hal oldum. Nihayet pes edip kendimi akıntıya bıraktım…

İlk dalıştan sonra 1,5 saat yol alarak Sanganeb’e gittik. Sanganeb’de günlerdir ilk kez bizimki haricinde bir dalış teknesi gördük. Öğle yemeğinden sonra cümbür cemaat buradaki deniz fenerini ziyarete gidiyoruz. Ziyaret dediğim hep beraber bir bota doluştuk, tekneden ayrılıp 10 metre ötedeki iskeleye yanaştık. Merdiven yerine asmış oldukları iki kamyon tekerleğine ya allah bismillah şeklinde tırmanarak türlü maymunluklar sonucu fenerin iskelesine ayak bastık. Yüz küsur yaşındaki fenerde pek birşey yoktu, fakat günlerdir su üstünde gördüğümüz en ilginç şey olduğu için bol bol fotoğraf çektik.

Sonraki dalışı pas geçtim. Bu arada boğaz ağrısı ve ses kısıklığı devam ediyor. Birbuçuk saatlik ikinci bir yolculuk sonrasında Umbria Batığı’na geldik. 1911 Hamburg yapımı bu tekne aslen yolcu taşımak için imal edilmiş olsa da, 2. Dünya Savaşı’nda görevi cephane taşımakmış. İngilizler’in eline geçmemesi için İtalyan kaptanı tarafından 1940’ta batırılılmış. Halen içi cephane ve taşıdığı diğer mallarla dolu imiş. Madem böyle enteresan bir gemiymiş, Sudan’daki tek gece dalışımı buraya yapayım bari dedim.

Umbria’ya gece dalışı tam bir korku filmi oldu. Yüzelli metre uzunluğundaki bu dev gemi sola doğru yan yatmış. Ne kadar direği varsa deniz zeminine paralel duruyor. Bunlara çarpmayayım diye debelenirken kafanızı bir kaldırıyorsunuz gemi sanki üzerinize yıkılmak üzere. Sadece bir yanında gittik, geri döndük, 50 dakika sürdü. Varın büyüklüğünü siz hesap edin. Dev gibi birşey!

Dalıştan bir çıktım ki meğer herkes aynı duygular içerisinde. Bu arada, ertesi günün dalışlarını planlamaya başladık James’le birlikte bütün grup. Uçuşumuzu riske atmamak için toplam iki dalış yapılmasına karar verdik. Ben sabah dalışını pas geçip ikinciyi yapacağım. Bir de gündüz gözüyle görelim bakalım şu Umbria’yı…

Yalnız sudan çıktıktan sonra kulaklarım tamamen tıkandı. İşin komik tarafı kulakları tıkanan sadece ben değilim, grubun en az yarısı aynı durumda. 15-20 dalışlık bir gezide normal aslında. Akşam yemeği boyunca birbirimize “Ne?”, “Haa?” “Bişey mi dedin?” şeklinde kibar ifadelerle sesleniyoruz 🙂

Yatmadan önce Ursula LeGuin’den İçdeniz Balıkçısı okuyarak mışıl mışıl uykuya dalıyorum…

 

21 Aralık 2007

Çeşitli önlemlere rağmen sabah sesim feci kısılmış, hem burnum hem de kulaklarım tıkanmış bir şekilde uyandım. Biraz da ateşim var galiba! Neyse hele bir dalayım, hem tıkanıklıklar açılır, hem de ateş düşer!

Sudan’daki son dalışımda James bizi Umbria Batığı’nın içinde tura çıkarttı. Normalde dalışlar sırasında batıkların içine girilmez. Sebebi her an bir yere sıkışmanız, başınıza bir şey düşmesi, batığın hareket etmesi gibi riskler bulunması ve bu yüzden tehlike söz konusu olmasıdır. Fakat pimpirikli rehberimiz bile bize kendisi Umbria’nın içine girmeyi teklif ediyorsa risk herhalde minimumdur dedik ve James’in peşine takıldık.

Geminin burnunun hemen altındaki bir delikten girdik. James’in elindeki bir yazı tahtası var, buna gideceğimiz yeri yazarak bize bilgi veriyor. James’i hemen arkasından takip ediyorum. Arkamda 3 dalgıç daha var. Geminin içinde bir takım deliklerden giriyor, çıkıyoruz. Fenerimi açtım. James elindeki tahtaya “Makine Dairesi” yazdı. Etrafıma baktım. Merdivenler, köprüler bir ağ gibi alanı sarmış. Altımda kazanlar var. Aslında altımda değil, yanımda. Zira, daha önce söylediğim gibi, gemi yan yattığı için makine dairesinde yan duruyoruz.

James bu kez elindeki tahtaya “İki mutfaktan birincisi” yazdı. Makine dairesinin dibinde bir kişinin ancak sığacağı bir pencereden geçip bir koridora, koridorda başka deliklerden geçip ilk mutfağa çıktık. Mutfakta üç büyük kazan seçtim. Bir zamanlar mürettebat için yemek pişiriliyormuş bunlar, şimdi midyelere istiridyelere yuva olmuş. James’in bana uzattığı tahtadaki yeni yazıyı okudum: “Subayların yemek salonu ve odaları”. Upuzun bir koridora çıktık. Solumuzda yuvarlak lombozlar sıralanıyor, sağımızda ise odalar. İçlerindeki pisuar, lavabo ve küvetleri görmek mümkün. Koridorda ilerlerken James aniden gözden kayboldu. Bir kapıdan sağa yukarı doğru saptığını son anda fark ettim! Bu kez tahtada “İkinci mutfak” yazılı. Karşımda eski usul, demirden dökülmüş, üç çekmeceli, iki adet fırın var. Gemi yana yatık olduğu için fırınlar da koca gövdelerine rağmen yana yatık duruyorlar. Mutfağın bir köşesindeki delikten S harfi çizerek başka bir bölüme geçtik. Geçtiğimiz yerler o kadar dar ki, anlatamam. Bütün bu dehlizler boyunca bir yandan kulaklarımı eşitlemeye, bir yandan ötüp duran bilgisayarımı kontrol altında tutmaya çalışıyorum, çünkü durmadan yükselip alçalıyoruz. Bunları yaparken aynı zamanda sağa sola çarpmamaya; paletlerime hakim olup yerden kum kaldırmamaya ve zaten daracık alandaki sınırlı görüşümüzü sıfıra indirmemeye de çabalıyorum. Gemide ilerledikçe neresi yukarısı, neresi aşağısı, neresi sağ, neresi sol, iyice kaybettim. Çünkü içinde bulunduğum mekanı algılayabilmek için alanın zeminine paralel duruyorum, ki bu denizin zeminine 45 derece açıyla durmak demek. Doğal olarak bir süre sonra yer-gök birbirine karıştı, sadece James’i takip ettik.

James elindeki tahtaya bu kez “1940 model Fiat’lar” yazdı. Üç tane otomobilin yanına geldik. Gemiyle birlikte batan bu antika araçlar hiç yol yüzü göremeden, hiç kullanılmadan denizin dibini boylamış. İlerleyip başka bir bölüme girdik. Fenerimi etrafta gezdirince cephaneliğe geldiğimizi anladım. James’in bana tuttuğu tahtaya baktım: “Bombalar”. Koca koca bombaların yanı sıra, tabanca-tüfek mermileri paket paket binlerce… Bir de yerlerde bir sürü şişe var, neredeyse tüm zemin bunlarla kaplı. James espri de yapıyor sualtında maşallah: “Bombalar + Şaraplar. İyi kombinasyon!”

Birden kendimizi dışarıda bulduk. Cephanelik dışarıya açık, geminin ortasında bir yerdeymiş meğer. James gene tahtaya bir şeyler çiziktirdi: “Cleaning shrimp manicure”. Güverte pencerelerinin pervazlarına elimizi koyduk. Minik şeffaf, kırmızı benekli temizleyici karidesler ellerimizin üzerine hücum edip hızlı bir temizlik faaliyetine giriştiler. Bir müddet karideslerin adımlarıyla gıdıklandıktan sonra dışarı çıktık. James “The End” yazan tahtayı gösterdi, müteşekkir bir şekilde alkışladık rehberimizi. O olmasa hayatta girmezdim ben o dehlizlere. Girsem de çıkamazdım zaten. Bilgisayarıma bakınca şoke oldum, 60 dakika olmuş dalışa başlayalı. Bir 20 dakika da geminin dış yüzeyinde gezinip havamızın bitmesine yakın Sudan gezimizin son ve en uzun dalışını bitirdik. Vay be Umbria, sen neymişsin!

 

22 Aralık 2007

Son günümüzü Port Sudan’da gezerek geçirdik. Önceki gece kısa bir süre için karaya çıktık. Ama önce pasaportlarımızın liman yönetiminden gelmesini bekledik. Bu sırada James bize çeşitli uyarılarda bulundu. Sudan şeriat ile yönetildiği için içki yasak. Teknemiz Mısır bandıralı olduğu için tekne üzerinde içki içildiğinde herhangi bir müdahalede bulunulmadığını, ancak güvertede içki içtiğimiz görülürse karaya çıktığımız an tutuklanacağımızı, o yüzden bir bira açayım diyenlerin bunu içerde yapmasının kendisi için daha hayırlı olacağını belirtti.

Gece attığımız kısa turun ardından sabah tekrar grup olarak toplandık ve zodyakla karaya çıktık. Arap etkisinin daha ağırlıklı hissedildiği Port Sudan’da maalesef pek fazla fotoğraf çekemedik, zira fotoğrafın ruhlarını çaldığına inanan Sudan’lılar izin vermedi bize. Sadece kendilerinin değil, başkalarının fotoğraflarının çekilmesine de tepki gösteriyor ve tepkilerini sert şekilde dile getiriyorlar. O yüzden şeriata meriata aldırmadan pembe, yeşil, mor, turuncu, rengarenk giyinmiş, başları açık, çok güzel Sudan kadınlarını; entarili Sudan erkeklerini; yarısının ne olduğunu anlamadığımız onlarca sepet dolusu tahıl, kök ve kurutulmuş gıda satılan açık pazarları; açık pazarın ortasındaki açık kasapları; kasapların etrafında dolaşan eşekleri; yol ortasında pişirilen falafelleri; şıngır mıngır bardakları ve minik hasır sandalyeleri ile her köşe başına tezgah açmış çaycı kadınları; üç tekerlekli minik taksileri; hep kaçamak ve azarlanma korkusu içerisinde, ayar mayar yapmadan pata küte deklanşöre basarak çektim. Arada izin veren olmadı mı oldu, onları da aşağıda görüyorsunuz zaten.

Sudan çok ilginç, bir o kadar karışık, ama kesinlikle daha fazla ilgiyi hak eden bir ülke. Sudan’la ilgili en ilginç anımı da naklederek bitireyim bu notları. Sokakta gezerken birçok kişi ya nezaketen, ya meraktan selam verdi, biz de çekingence karşılık verdik hepsine. Kimi el, kimi başını salladı. Kimi “Hello” dedi, kimi yanımıza gelip gayet düzgün bir İngilizce ile sohbet etti. Yine böyle yolda yürürken bir Sudanlı ile şöyle bir diyalog geçti aramızda:
– Hello!
– Hello!
– How are you?
– Fine.
– Are you Japan?
– ?!? 🙂

PAYLAŞ: