Görevli uzattığım pasaportumu inceliyor, sonra eliyle kontuarın arkasındaki bagaj tartısını işaret ediyor. İspanyolca bilmediğimden İngilizce olarak, fakat tane tane ‘bagajım yok’ diyorum. Böyle bir uçuşa kim, niye bagaj getirir zaten? Kadın müstehzi yüzüme bakarak parmağıyla önce beni, sonra yerden bir karış yukarıdaki düz metal zemini işaret ediyor tekrar. Nasıl yani? Beni mi tartacak bu kadın? Yok canım, daha neler!
‘Amma nazlandın’ der gibi gözlerini deviren memurdaki sabırsızlığı sezince kantara çıkmaktan başka çarem olmadığını anlıyorum. İşte hayatın gerçekleriyle yüzleşme anı. O son buritoyu yemeyecektim. Üzerimdeki mont, sırtımdaki çanta, boynumdaki fotoğraf makinesi, ayağımdaki spor ayakkabılar ve bendeniz hep birlikte çıkıyoruz kantara. Bu eşya kalabalığının içinde kamufle olabileceğimi anlayınca rahatlıyorum.
Peru’nun başkenti Lima’nın 400 km güneyinde, çölün ortasında, tek katlı, ahşap kaplamalı, küçük sayılabilecek bir binadan ibaret Maria Reiche Havalimanı’nında cereyan ediyor bu olay. Yanyana birkaç mütevazı kontuar, her birinin önünde beşerli onarlı gruplar halinde bekleşen turistler var. Ben ve seyahat arkadaşlarım, hikayesi hala tam çözülememiş, gizemli Nazca Çizgileri’ni görmek için sabahın ilk ışıklarıyla geldik bu havalimanına. Amacımız ilk kalkan uçaklardan birinin içinde olmak. Her ne kadar uçaklar tarifeliymiş gibi görünse de, uçuş programları her sabah havanın durumuna göre yeniden yapıldığından kağıt üzerinde yazan kalkış saatleri değişebiliyor. Dolayısıyla havaalanına önce gelen önce biniyor uçağa. First in first out. Daha doğrusu, first in first up!
Bütün grubu tek tek tarttıktan sonra, iki memur kafa kafaya verip küçük bir kağıt üzerinde hesap kitap yapıyorlar. Burada kullanılan uçaklar Cessna tipi, her birinde sadece 6 yolcu koltuğu var. Bu küçük araçlar hem alçaktan uçuyor, hem de çok sayıda manevra yapıyorlar. Bu yüzden ağırlığın dengeli dağılması önemli. Yapboz yapar gibi isimlerimizi bir oraya bir buraya yazarak hesabı tutturmaya çalışan memurlarımız sonunda kimin, hangi uçağın hangi koltuğuna oturacağını açıklıyor. Üç farklı uçağa dağılıyoruz. Yalnızca sağ-sol dengesine değil, aynı zamanda uçağın önüyle arkası arasındaki ağırlık dağılımına da dikkat edildiğini anlıyorum. Tayini öndeki koltuklara çıkanların mı, yoksa arka koltuklara düşenlerin mi daha şişko olduğuna dair aramızda şakalar yaparak çıkış kapısına yürüyoruz.
Nazca Çizgileri’nin oluşturduğu şekiller çok büyük. Bütün olarak görmek, neye benzediklerini algılamak ancak belirli bir yükseklikten bakınca mümkün. Bu yüzden üzerlerinde uçmak, çizgileri görmenin en iyi, hatta tek yöntemi. Gün boyunca uçmak mümkünse de, en uygun uçuş zamanı sabah 7 ile 10 arası, zira bu saatlerde hem görüş mesafesi daha yüksek, hem türbülans daha az oluyor.
Biniş kartlarıyla birlikte elimize göreceğimiz şekillerin yerini, sırasını, büyüklüğünü gösteren birer kroki ve midemiz bulandığında kullanabileceğimiz birer kese kağıdı veriyorlar. Hayatı boyunca ne uçakta, ne otomobilde, ne teknede midesi tutmamış birisi olduğum için kese kağıdını buruşturup cebime tıkıyorum.
Pırpır tabir edilen küçük uçağımızın başına geldiğimizde bir görevli bizi tek tek doğru koltuklara oturttuktan sonra koltuk cebindeki kulaklıkları da anne şefkatiyle kafamıza geçiriveriyor. Meğer pilotumuz aynı zamanda rehberliğimizi yapacakmış. Kulaklıktan gelen ağır İspanyol aksanlı İngilizce anonstan pilotumuzun derhal kalkışa geçeceğimizi bildiren cümlesini yakalıyorum. Vakit kaybetmek istemiyor adam, sırada onlarca turist bekliyor daha… Zangırdayarak havalanıyoruz.
Nazca Çizgileri’nin bahsi ilk defa İspanyol ‘fetih yazıcısı’ Pedro Cieza de Leon’un 1553’te yayınlanmış Peru Günlükleri isimli kitabında geçmiş. İspanyol askeri birlikleriyle birlikte Panama’dan başlayarak kıtanın güneyine doğru uzun yıllar seyahat eden Cieza de Leon, Güney Amerika’nın İspanyollar tarafından nasıl fethedildiğini aktarırken Nazca Çizgileri’den de bir takım yol işaretleri olarak bahsetmiş.
Kitabın o tek cümlesi pek ilgi çekmemiş olacak ki, çizgiler yüzyıllar boyunca unutulup gitmiş. Onları tekrar ‘bulan’ Perulu arkeolog Toribio Mejia Xesspe. 1927’de bir gün etraftaki tepelerde dolaşırken çizgileri fark eden Mejia Xesspe bu heyecanlı keşfini hemen koşup kime anlatmış dersiniz? Kimseye! Bu önemli gözlem yıllar boyunca not defterinin sayfaları arasında beklemiş. Nihayet 1939’da Lima’da düzenlenen uluslararası bir akademik konferansta, Mejia Xesspe muhtemelen su rezervlerini gösteren eski bir işaret sistemi olabileceğini söyleyerek dünyayı çizgilerin varlığından haberdar etmiş.
Pilotumuz da beni haberdar ediyor çizgilerden, kulaklığımdan cızırtılı cızırtılı. Sağ tarafa doğru bakmalıymışız, 2500 yıl önce yapıldığı tahmin edilen 63 metre uzunluğundaki balinayı görecekmişiz. Elimde fotoğraf makinem hazır şekilde, pür dikkat küçük pencereden dışarı bakıyorum. Her yer göz alabildiğine kum rengi. Gözlerimi kısıp uçağın kanat hizasından ufka kadar hızlıca zemini tarıyorum. Açık bej zemin üzerinde belli belirsiz bir sürü çizik var sadece. Başka bir şey görmüyorum ben. Nerede bu balina yahu? Arkamda oturan arkadaşıma dönüp ‘gördün mü?’ diye soruyorum. ‘Bak şurada’ diyor, ‘kuyruğunu havaya kaldırmış’. Bakıyorum, bakıyorum. Gözlerimi kırpıştırıyorum. I-ıh. Yok kuyruk falan. Uçak yavaş yavaş dönmeye başlıyor, diğer tarafta oturanların görmesi için büyük bir 8 çiziyoruz. Onca ince hesapla kurulan dengeleri alt üst etme pahasına soldaki arkadaşımın üzerine yükleniyor ve onunla birlikte sol pencereye yapışıyorum bu kez. Dikkatle, acele etmeden, sakin sakin tarıyorum tekrar zemini. Yok arkadaş, yok! Koskoca balina çöl yarıldı içine girdi! Pilotumuz bir sonraki şekle doğru uçağın burnunu çevirdiğini haber verdiğinde göğsümden yukarı hafif bir panik dalgası yükseliyor. Nazca’da uçaklar 6 dakika arayla havalanıyor ve hepsi aynı rotayı uçuyor. Yani ‘Pilot Bey, ben göremedim, bir tur daha atar mısınız?’ deme seçeneğim yok. Zaten hepi topu yarım saat havadayız. Ya şekillerin hiçbirini göremeden bu uçuş biterse? Ya hepsini böyle kaçırırsam balinayı kaçırdığım gibi? Dünyanın taa öbür ucundan geldim ben bunun için…
Dünyanın başka bir ucundan uzun bir seyahat sonucu Lima’ya gelen bir başkası da Amerikalı arkeoloji profesörü Paul Kosok. Benden bir 75 sene kadar önce, Mejia Xesspe’nin açıklamalarından haberdar olur olmaz, kendisi de antik sulama sistemleri üzerine çalıştığından bahsedilen çizgileri görmek üzere Lima’ya gelmiş. Görür görmez bunların sulama sistemi olmadıklarını anlamış, fakat ne olduklarını anlayamamış. Çizgileri tesadüfen güney yarımkürenin kış gündönümünde, yani 21 Haziran’da incelerken güneşin tam da çizgilerin işaret ettiği bir açı üzerinde battığını görünce bunların yıldızların hareketlerini gösteren bir nevi harita olabileceğini düşünmeye başlamış.
Şimdi çayınızı kahvenizi alıp gelin, çünkü hikayenin bundan sonrası ilginçleşiyor. Nazca Çizgileri’nin günümüze bozulmadan ulaşmasını sağlayan kahramanımız sahneye çıkıyor. Paul Kosok daha sonra ‘dünyanın en büyük astronomi kitabı’ diye nitelendireceği Nazca Çizgileri ile ilgili hipotezini Lima’da yeni tanıştığı Maria Reiche’ye anlatıyor. Evet, bu sabah küçük uçağımızın havalandığı alana ismini veren kişi kendisi. Bugün ‘Çizgilerin Hanımefendisi’ diye anılan kadın.
Dresden Teknik Üniversitesi’nde matematik okumuş, beş dil bilen Maria Reiche 1932’de henüz 29 yaşındayken ülkesinden ayrılıp Cusco’daki Alman konsülünün iki çocuğuna eğitim vermek üzere Peru’ya göç eder. Birkaç yıl Cusco’da çalıştıktan sonra ‘korkunç bir şehir’ diye tanımladığı Lima’ya taşınır ve burada Almanca ders vermeye başlar. Ders verdiği kişilerden biri şehirde çayevi işleten Amy Meredith isimli Amerikalı bir kadındır. Rivayet o ki, vatandaşı Paul Kosok ile Maria Reiche’yi bu kafede birbirleriyle tanıştıran Amy Meredith’tir. Meredith fikir alışverişinde bulunsunlar diye iki bilim insanını bir araya getirmek mi istedi, yoksa hepsinin aynı anda aynı yerde bulunması sadece basit bir tesadüf müydü, kimbilir? Nasıl bir parmağı olursa olsun, kendisine teşekkür borçluyuz.
Kosok, Reiche’den bir matematikçi olarak çizgileri ölçümlemesini, haritalarını çıkarmasını ve hesaplarını astronomi verileriyle karşılaştırmasını ister. Zaten hiç sevemediği Lima’dan ayrılma fırsatını kaçırmayan Reiche, 1946’da tasını tarağını ve muhtemelen yalnızca bir, iki eşyasını daha toplayıp çöle göç eder. Hemen çizgilerin yanında bir çadır kurar kendine. İlk veriler çizgileri yıldız hareketlerine bağlayacak yeterince güçlü kanıtlar sunamayınca, Kosok 1948’de işi tamamen Reiche’ye bırakıp Amerika’ya, antik sulama sistemleriyle ilgili çalışmalarına geri döner. Reiche çölde tek başına devam eder ölçümlere. Civarda yaşayan Perulular’ın deli diye baktığı bu kararlı kadın, tek başına Peru Hava Kuvvetleri’ni ikna ederek çizgilerin ilk defa havadan fotoğraflanmasını sağlar. O günden sonra adı deliden casusa çıkar.
1949’da Çöldeki Gizem isimli kitabını yayınladığında çalışmaları dünya çapında ses getirir. Gerçi biliminsanları çizgilerin gökyüzünde olup bitenlerle bağlantısına, mesela örümcek çiziminin Orion takımyıldızını işaret ettiği gibi fikirlere epey şüpheyle yaklaşır, ama kitabın okuyucusu sadece akademik çevreyle sınırlı kalmaz. Sıradan okuyucular arasında da büyük bir merak ve heyecan yaratır Reiche. Çizgiler birdenbire popüler olur. Takip eden uzun yıllar boyunca kitabı okuyan veya şöhretini duyanlar, tıpkı benim şu anda yaptığım gibi, dünyanın dört bir yanından çizgileri görmeye gider.
Çizgilerin ilk örneklerinin bölgede yaşayan Paracas halkı tarafından yaklaşık 2500 yıl önce yapıldığı düşünülüyor. Büyük kısmıysa 1300 ila 2000 yıl önce Nazca halkı tarafından, Paracas halkının kullandığı teknik devam ettirilerek oluşturulmuş. İçerdiği demir oksit nedeniyle rengi kırmızıya çalan kum yüzey, aşırı kuru iklim şartlarından dolayı tabiri caizse kabuk bağlamış ve çakılımsı bir görüntü almış. Bu koyu renkli, hafif sertleşmiş tabakayı kaldırdığınızda alttan daha açık renkli, kumsu bir zemin çıkıyor. Paracas ve Nazca halkları da işte bu narin ve kolayca işlenebilen yüzeyi 10-15 cm derinliğinde kazıyarak çizgileri meydana getirmiş. Hemen hiç yağmur almayan, rüzgarın aşındırıcı gücünden de pek etkilenmeyen bölgede binlerce yıl yapıldıkları haliyle kalabilmişler.
Uçağımız titreye sarsıla ilerlemeye devam ederken düşüncelere dalmış, camdan dışarı bakıyorum. Buraya gelmeden önce fotoğraflarına göz attığım bütün şekiller, desenler gayet belirgin görünüyordu. Anlaşılan o fotoğraflar bir güzel rötuşlanmış. Renkler doygunlaştırılmış, zeminle çizgiler arasındaki tezat artırılmış. Yoksa gözlerim bu kadar yanılıyor olamaz, değil mi?
Nazca Çizgileri 450 km2’lik bir alana, bir başka deyişle Kadıköy ilçesinin on katı büyüklüğünde bir bölgeye yayılıyor. Bugüne kadar 800 kadar çizgi, 300 kadar geometrik şekil, 70 civarında hayvan ve bitki tasviri tesbit edilmiş. Şekillerin bazıları yüzlerce metre genişliğinde, çizgilerin bazılarıysa kilometrelerce devam ediyor. Henüz birkaç yıl önce Japon biliminsanları 100 civarında daha önce bilinmeyen, yeni çizgi tesbit ettiklerini açıkladı. En ilginci ise, 1960’larda keşfedilen, fakat daha sonra ‘kaybedilen’ 70 metre uzunluğunda bir orca (katil balina) çizimi 2015’te tekrar bulundu. Elimizin altındaki bunca teknolojiye, kameraya, uyduya, drone’a rağmen elli sene bir balina çizimini bulamamış koskoca bilim dünyası, ben elli saniyede bulamamışım, çok mu?
Pilotumuz kulaklıktan bilgi vermeye devam ediyor, fakat iyice artmış motor uğultusundan söylediklerini anlamakta zorlanıyorum. Kelimeler pervane tarafından dilim dilim doğranıyor adeta. Ne dediğini çözemeden pilotumuz ani bir manevrayla uçağı sağa yatırıyor. Arabayla büyük bir tümseğin üzerinde hoplamışız gibi oluyor, midem ağzıma geliyor birkaç saniyeliğine. O kadar yatıyoruz ki, neredeyse pencerenin üzerine kapaklanıyorum.
Tam o anda O’nunla göz göze geliyorum! Hemen altımızda iki kocaman yuvarlak göz bana bakıyor. Koyu renkli bir tepeciğin yamacına çizilmiş, ayakta duran ve sağ elini havaya kaldırmış bir adam bu. Şaşkınlıktan ağzım açılıyor. Basbayağı selam veriyor bana. Neredeyse sesini duyacağım: ‘Merhaba uzaylı, biz dostuz!’.
Uzaylı görmüşüz gibi çalkalanıyor küçük uçağımızın içi. İlk kez bir çizimi aynı anda gördüğümüz için hepimiz heyecanlanıyoruz. Herkes bir ağızdan konuşuyor, her kafadan bir ses çıkıyor, deklanşörlere basılıyor arka arkaya. Sanki gerçekten bana el sallıyormuş gibi selamını alıyor ve ben de üstüne yattığım pencereden ciddi ciddi el sallıyorum ‘astronot’ lakaplı dostumuza. Elim henüz havadayken pilotumuz ilk seferkinden daha sert bir hamleyle bu sefer sola yatırıyor uçağı. Az önce kucağıma bıraktığım fotoğraf makinemi havada uçarken yakalıyorum. Midem yine hopluyor.
Bu figürün yapılma amacı ne olabilir diye düşünüyorum. Çizgiler hakkındaki hipotezler geçiyor aklımdan. Reiche’ye göre yıldız hareketlerini sembolize ediyorlardı. Kimileri sportif oyunlar düzenlemek üzere çizildikleri varsayımını ortaya atmıştı. Kimine göre su kaynaklarını gösteren krokilerdi. Kimine göreyse, bir takım dini ritüellerin izleriydi, yağmur duası törenlerinin yeriydi ya da belki de Cahuachi’deki tapınağa giden hac yolu işaretleriydi. Açıkçası, niye yapıldıklarını bilmiyoruz. Bütün şekiller, fakat sanki özellikle de bu adam, ‘astronot’ lakaplı bu çizim şüpheye yer bırakmayacak şekilde yukarıdan görülmesi için yapılmış. Kim için, kim görsün diye? İkibin sene önce yukarıdan ne geçiyor olabilirdi? Balon mu? Tanrı mı? Uzay gemisi mi?
Tam bu noktada Erich von Däniken’i anmadan geçmeyeyim. İsviçreli yazar 1968’de yayınlanan ve çok satan kitabı Tanrıların Arabaları’nda, dünyadaki birçok devasa boyutlu eser ve yapının inşasının insanlığın o dönemki bilgi seviyesi ve teknolojik olanaklarıyla mümkün olamayacağını, bunların bizden daha gelişmiş bir uygarlığa sahip dünya dışı varlıkların ürünü olabileceği fikrini savunmuştu. Von Däniken’e göre Nazca da uzay gemilerinin indiği bir havalimanıydı. Çizgi ve spiraller gemilerin bıraktığı izlerdi. Hayvan, bitki, insan şekilleri ise yerel halk tarafından uzaylılara mesaj olarak çizilmişti.
Uzaylıları bilmem, ama ben mesajı aldım. Gözlerimin ne araması gerektiğini biliyorum artık, o yüzden sıradaki şekilleri seçmekte zorlanmıyorum. Pilotumuz da bütün çizgileri bize göstermeye ant içmiş olmalı ki, bir sağa bir sola yatıra yatıra, midemizi hoplata hoplata uçuruyor uçağı. Önce spiral şekilli kuyruğunu kaldırmış maymunun, ardından kanatlarını iki yana açmış, pençelerini açık seçik görebildiğimiz akbabanın üzerinden geçiyoruz. Küçükken kalemimizi hiç kaldırmadan belli bir şekli çizmeye çalıştığımız bulmacalar vardı. Zannedersin Nazca halkı o oyunları kağıt yerine dünyanın üzerine çizerek oynamış. ‘Evet arkadaşlar, şimdi kazmalarımızı yerden hiç kaldırmadan tek seferde 96 metrelik bir sinekkuşu yapıyoruz!’. Kuşun kanatları, kuyruğu ve gagasını oluşturan çizgilerin düzgünlüğü hayranlık uyandırıcı. Nasıl böylesine kusursuz bir paralellikte yapıldıklarına hayret ediyorum, devasa bir cetvel olmalı bir yerlerde. Fakat benim duyduğum hayranlığı herkes duymuyor galiba. Bu mükemmel çizilmiş sinekkuşunun üzerinde uçtuğum şu dakikalardan yaklaşık bir yıl önce, küresel ısınmaya karşı politikacıları protesto eden bir eylem gerçekleştirmek isteyen Greenpeace aktivistleri gecenin bir vakti gizlice kuşun yanına kadar girip yere büyük bir slogan yazmışlardı. Akıl almaz bir düşüncesizlikti yaptıkları. Narin zemin üzerinde bıraktıkları ayak izleriyle insanlık tarihinin önemli arkeolojik alanlarından birine geri döndürülemez bir zarar verdiler. Başta Peru Devleti olmak üzere, çizgileri korumaya çalışan tüm kurumlar çileden çıktı. Greenpeace özür dilemesine, aktivistler yargılanıp ceza almasına rağmen olan oldu. Maria Reiche bunları görse herhalde sinirden saçını başını yolardı.
Reiche 95 yıllık ömrünü Nazca’nın korunmasına vakfetmişti. Çizimlerin günümüze kadar hemen hiç bozulmadan gelebilmiş olmasını onun yıllarca tek başına sürdürdüğü, ısrarlı ve olağandışı çabaya borçluyuz. Çölde çalışmaya başladığı ilk yıllarda -inanamayacaksınız ama- eline süpürge alıp kilometrelerce alana yayılmış figürleri tek tek süpürmüş, içlerini küçük çakıl, toprak ve kumdan temizlemişti. Yazdığı kitabın geliriyle bölgeye akın eden meraklıların Greenpeace aktivistleri gibi şuursuzca ortalıkta dolaşmasını engellemek için güvenlik görevlileri tutmuştu. Yine kendi parasıyla bugün hala kullanılan bir gözlem kulesi inşa ettirmişti. Meraklılar üstüne çıkıp baksın diye. O’na ‘Çizgilerin Hanımefendisi’ denmesinin nedeni yazdığı kitaptan daha ziyade bu tutkulu, hatta takıntılı çabasındandı. Çabaları hayatının sonlarına doğru nihayet takdir edildi. Ölümünden yalnızca dört sene önce hayatta en çok istediği şey gerçekleşti ve Peru vatandaşı oldu. Birkaç yıl içinde Unesco önce Nazca’yı dünya mirası ilan etti, sonra da Reiche’ye madalya verdi. Çizgilerin Hanımefendisi 1998’de anlamlı bir hayat yaşamış ve adını gelecek nesillere bırakmış olarak dünyaya veda etti.
Sinekkuşunu geçtikten sonra örümceği, alkatraz kuşunu, pelikanı ve birkaç büyük çizimi daha görüyoruz. Pilotumuz 8’ler çizmeye, sağa sola yatmaya, bir yükselip bir alçalmaya, fırıldak gibi dönmeye devam ediyor. Lunaparkta mıyız, uçakta mı, belli değil. Ani ve keskin manevralar yüzünden maruz kaldığım G kuvveti midemi alt üst etti. F-16 pilotu değilim ki canım ben! Kendimi çok iyi hissetmiyorum. Bir süreliğine çizgileri boşverip pencereden uzaklara, sonsuza kadar dümdüz uzayıp gidiyormuş gibi görünen yola bakmaya karar veriyorum.
1930’larda yapılan ve Amerika kıtasını kuzeyden güneye boydan boya geçen Pan-Amerikan otoyolunun Peru’nun içinde kalan bölümüne 1 Numaralı Peru Otobanı denir. Bu otoban Nazca Çizgileri’nin tam ortasından geçer. Her sene birkaç sürücü bazen istemeden, bazen kasıtlı olarak direksiyonu kırıp çizgilerin arasına dalıverir. Bu izinsiz ralliler geri dönülemez hasarlar bırakır arkasında. Yapıldığı sırada çizgilerin varlığından haberdar olunmadığı için çölün ortasından cart diye geçirilen bu yolun devasa bir kertenkele çizimini de cart diye ortadan ikiye böldüğü ancak uzun yıllar sonra fark edilmiştir. Talihsiz kertenkelenin başı ve kolları bir tarafta, kuyruğu yolun diğer tarafında kalmıştır. Bu şanssızlığın, Nazca’daki onca figür arasında, kaybettiği uzuvlarını yerine koyabilme yeteneği olan kertenkelenin başına gelmesi de tuhaf bir ironi, bana sorarsanız.
Ben de kendimi ortadan ikiye ayrılmış kadar tuhaf hissediyorum şu anda. Midemin yerinde çamaşır makinesi var galiba, her şey çalkalanıyor. Bu sırada önümde oturan adam sakince önüne eğilip midesindekileri boşaltıyor ve kafasını kaldırıp camdan fotoğraf çekmeye devam ediyor. Küçük uçağın içini kesif bir koku kaplıyor hızla. Ne yapacağımı bilemez halde burnum yerine ağzımdan nefes almaya çalışıyorum. Yanımdaki arkadaşımla göz göze geliyoruz. Onun da benim gibi alt üst olduğunu beti benzi atmış yüzünden okuyorum. Diğer yolcular da birer ikişer süngüyü düşürmeye başladılar. Ben de dayanamayacağım galiba, ne olur inelim artık! Midemden yemek boruma doğru bir hareketlenme olduğunu hissediyorum. Aniden aklıma geliyor, hangi cehennemin dibine soktum şu uçağa binerken elime tutuşturdukları kese kağıdını? Aceleyle ceplerimi karıştırıyorum. Buruş buruş torbayı pantolonumun cebinde bulup açınca biraz sakinleşiyorum. Daha fazla pencereden bakacak halim kalmadı. Çizgiler de umrumda değil artık. Hatta başlarım çizgisine de çubuğuna da!.. Temiz hava almam lazım. Ayağımı yere basmam lazım. Ne olur indir artık bizi Pilot Amca.
Tekerlekler yere değdiğinde yalnızca yarım saattir havada olduğumuza inanmakta zorlanıyorum. Gerek insanlık tarihinin önemli arkeolojik yerlerinden birini yakından görmenin, gerek pilotumuzun akrobatik yeteneklerinin yarattığı heyecandan saatlerce uçmuşuz gibi hissediyorum. Vay be, ne maceraydı! Fotoğraflarına bakmak ile gerçeğini görmek arasındaki fark muazzamdı! Tüm zorluğuna rağmen, Peru’ya gelip bu uçuşu yapmasaydım çok üzülürdüm. Kaçırılmayacak bir deneyimdi.
Nazca halkı anlatmak istediklerini, kendinden önceki ve sonrakilerin yaptığı gibi tapınak duvarlarına, sütunlara, seramik kaplara, kil tabletlere, papirüse, halıya, kumaşa değil, dosdoğru dünyanın üzerine yazmış. Aracısız. İkibinbeşyüz yıldır ne söylemek istediklerini çözemediysek o da bizim ayıbımız.