‘Sana e-posta adresimi vereyim’ dedi Milisha.
Saatlerdir orada olmama rağmen dönüp etrafıma tekrar baktım. Bozkırın ortasında vahşi doğada, küçücük bir köydeydim. Köy sazdan çatılmış, külah şeklinde on, onbeş kulübeden ibaretti. Nüfusu yüz kişi bile yoktu. En yakın yerleşim yeri, bozuk bir toprak yoldan arazi araçlarıyla iki saat mesafedeydi, medeniyet ise en az iki asır… Ne elektrik vardı buralarda, ne su. Ne jeneratör, ne de çalışan bir cep telefonu operatörü. Ekvator kuşağı güneşinin altında durmaktan başıma güneş geçti ve yanlış mı duydum acaba diye tekrar Milisha’ya döndüm, ‘kağıt kalemin var mı?’ diye sordu.
Milisha Olibui 30 yaşında genç bir adam. Ziyarete geldiğim bu küçük Mursi köyünün lideri. Köy ahalisi çok saygı duyuyor bu genç adama, çünkü diğer takdir gören özelliklerinin yanı sıra, ‘faranji’ ile, yani yabancılarla konuşup anlaşabiliyor.
Sırtçantamda kağıt kalem aramak için köyün ortasındaki ağacın altına oturdum. Etiyopya ’nın bu kuş uçmaz kervan geçmez bölgesinde bir ağacın altında etrafım, yalnızca küçük bir pamuklu dokumayla önünü örtmüş, vücudunun geri kalanı beyaz boyayla desenler oluşturarak boyanmış, elinde Kalaşnikof AK-47 taşıyan genç adamlarla çevriliydi.
Buraya gelmek için uzun bir yol katetmiştim. Sadece fiziksel olarak değil, zihinsel olarak da. Afrika’da tek başıma bir kadın olarak seyahat etmek konusunda tereddütlüydüm. Fakat Etiyopya ’nın güneyindeki Omo Vadisi’nde yaşayan kabilelere duyduğum karşı konulmaz merak baskın çıkmıştı. Bu kabileler ilginç ritüellerle dolu ilkel yaşam biçimlerini neredeyse hiç değiştirmeden, yüzyıllar boyunca bu topraklarda yaşamışlardı. Peki günümüzde karşılaştıkları yok olma tehlikesi gerçek miydi? Kendi gözlerimle görmek için çantamı toplayıp yola çıkmıştım.
Addis Ababa havalimanından dışarı adım attığım anda bir büyükşehre geldiğimi anlamıştım. Birçok uluslararası organizasyonun ve sivil toplum örgütünün Afrika merkez ofislerinin Addis Ababa’da olması boşuna değildi. Beşbuçuk milyonluk nüfusu, keşmekeş trafiği, kalabalık dolmuşları, Batılı örneklerini aratmayan yerel kahve zincirleri, yüksek binaları, hummalı bir gayretle inşa edilen köprü ve bulvarlarıyla Addis Ababa, dünyanın bütün metropollerinde var olan o ‘adımımızı iyi ayarlamazsak şehrin hızına yetişemeyip düşermişiz’ hissini bana geçirivermişti.
İlk bir haftamı ülkenin kuzeyinde bulunan ve bir kısmı Unesco Dünya Mirası Listesi’nde yer alan tarihi mekanları gezerek geçirmiştim. Yekpare kayaya oyulmuş kiliseleriyle ünlü Lalibela, Kral Fasilidas’ın 16.yy’da yaptırdığı kraliyet şatosunun bulunduğu Gondar, Tana Gölü üzerindeki adalarda kurulmuş manastırlarıyla Bahir Dar ziyaret ettiğim şehirlerdi. Kuzeyi gezmeyi bitirdiğimde kiraladığım arazi aracı ve rehberim Abayneh Temesgen, Omo Vadisi’ne inmek üzere Addis Ababa’da beni bekliyordu.
Etiyopya ’da kara yolculuğu yapmak için sabırlı ve çok dikkatli olmak gerekiyor. Çünkü yollar araçlardan çok, yaya ve hayvanlara ait. Şehirler arası yollarda, yüzlerce bireyden oluşan sığır, keçi veya eşek sürülerinin geçmeniz için izin vermesini beklemek sıradan bir durum (Evet, eşek sürüleri! Çin’den sonra dünyadaki eşek nüfusunun en yoğun olduğu ülke burası). Bir yerden bir yere gitmenin çoğu zaman tek yöntemi yürümek olduğundan, yol kenarında sürekli hareket halinde olan bir yaya kalabalığı var. Bu kalabalığın araç trafiğini engelleyecek kadar şeride taşması yine olağan bir görüntü. Yollarda aydınlatma yok. Karanlıkta ne yayaları, ne de hayvanları görmek mümkün olduğundan, Etiyopya ’da gece yolculuğu yapmak imkansız hale geliyor. Bu nedenle, zaten yavaş işleyen araç trafiği güneşin batışıyla birlikte neredeyse duruyor, sabah yeniden başlıyor.
İşte bu yüzden Addis Ababa’dan Jinka’ya kadar olan yaklaşık 800 km’lik mesafeyi ancak iki günde alabildik. Jinka, her ne kadar bu bölgedeki en büyük yerleşim yeri sayılsa da, küçük bir kasabaydı nihayetinde. Gündüzleri elektrik yoktu. Ancak güneş battıktan, yani akşam saat yediden sonra geliyordu. Bazen de gelmiyordu. O durumda otelde birkaç saat jeneratör çalıştırıyorlardı. Kaldığım oda epey mütevazıydı: Kapısı tam kapanmıyordu, duvarlar boyasızdı, tuvalet kağıdı yoktu. Bunca yokluğa rağmen masanın üzerine bırakmayı ihmal etmedikleri prezervatif, ülkede yaklaşık 800.000 kişinin HIV virüsü taşıdığı gerçeğini insana ister istemez hatırlatıyordu.
Sonraki bir hafta boyunca Jinka ve ona iki saat mesafedeki Turmi kasabasını kendime üs belirledim ve bunlardan araçla iki ila üç saat mesafede yaşayan Aşağı Omo Vadisi kabilelerini ziyaret etmeye başladım. 1980’den beri Unesco Dünya Mirası listesinde olan vadide 8 kabileye mensup yaklaşık 500.000 kişi yaşıyordu.
İlk ziyaretim bir Karo (ya da Kara) köyü olan Korcho’ya oldu. Karolar Omo Vadisi’nin en küçük kabilelerinden biri, yalnızca 1500 kişiler. Baştan ayağa tüm vücutlarına, tebeşir tozu, aşıboyası ve kül karışımından hazırladıkları boyalarla beyaz desenler çiziyor ve bu halleriyle uzaktan bakıldığında iskelete benziyorlar. Köye adım atar atmaz, bir köşede gözlerini bana dikmiş kıpırdamadan oturan böyle bir iskelet görünce, ani fakat küçük bir çığlığın dudaklarımı terketmesine engel olamadım.
Omo Nehri’nin doğu kıyısında, nehre yukarıdan bakan bir yamacın kenarında kurulu Korcho’da, Etiyopya’da edineceğim yeni arkadaşlarımdan biriyle de tanıştım: Shoma Dore. Üzerine bir kot pantalon ve beyaz tişört olmasına rağmen bir Karo’ydu o da. Türk olduğumu duyar duymaz bembeyaz dişlerini ortaya çıkaran gülümsemesiyle ‘biz Türkler’i tanıyoruz’ diyerek beni şaşırttı. Meğer ücra zannettiğim bu köyün yanı başındaki engin ova bir Türk şirketinin işlettiği pamuk tarlalarıyla kaplıymış. Shoma geleneksel kıyafetlerini çıkarmış, ‘şehirli’ giysilerini giymişti, çünkü beni köyde gezdirdikten sonra 8 saat uzaklıktaki Hawassa şehrine dönecekti. 23 yaşındaydı ve Hawassa Üniversitesi’nde sağlık memurluğu okuyordu. İngilizce’yi de orada öğrenmişti zaten. Ailesinde yüksek öğrenim gören ilk kişiydi. Aslında bu yaşta çoktan evlenmiş olması gerekiyordu, ama henüz ‘boğadan atlama’mıştı.
Hamer, Banna ve Karo kabilelerinde erkeklerin yetişkin kabul edilmesi, yani kendi sürüsüne sahip olması ve evlenebilmesi için ‘boğadan atlamış’ olması gerekiyor. Yüzlerce yıldır uygulanan bu önemli ritüelin adı her ne kadar ‘boğa’dan atlama olsa da, daha uysal ve zaptedilebilir hayvanlar olduğu için öküzler kullanılıyor. Genellikle 7 ila 15 adet öküz yanyana diziliyor, törenin öznesi olan genç adam tamamen çıplak olarak öküzlerin üzerine çıkıyor, hayvanların üzerinde dört kez gidip geliyor. Düşmek utanç verici. Bu yüzden bir nevi kirve ya da sağdıç diyebileceğimiz ‘maza’lar öküzleri tutuyor ve arkadaşlarının düşmeden seremoniyi bitirmesine yardımcı oluyorlar.
Boğadan atlama faslına geçmeden önce, atlayacak erkeğin ailesine mensup tüm kadınlar hep bir ağızdan şarkı söyleyerek, dans ederek, laf atarak, kızdırırak, yalvararak ve ellerinden başka ne gelirse onu yaparak ‘maza’ları kışkırtıyor ve kendilerini kırbaçlamalarını sağlıyorlar. Kırbaçlanma ne kadar sert ve kanlı olursa o kadar makbul, zira bu şekilde kadınlar ailelerindeki erkeklere kendilerini ne kadar adadıklarını ispat ediyorlar. Defalarca kırbaçlanmanın sırtlarında oluşturduğu derin yara izleri de hayat boyu taşıyacakları bir gurur nişanesi oluyor.
Sonraki durağım Turmi yakınlarındaki bir Hamer köyüydü. Beni evlerine davet eden kabile sakinleri kahve ikram edeceklerini söyleyince sevindim. Malum, Etiyopya dünyanın en kaliteli kahve çekirdeklerinin yetiştiği yer. Kulübesine misafir olduğum ev sahibim önce üzerine oturmam için toprağın üstüne kurutulmuş inek derisi serdi, sonra kulübenin ortasında ateş yakıp su kaynattı. Ortalık dumanla dolduysa da istifimizi bozmadık. Onlar benim tenimin beyazlığını ilgiyle incelerken ben de aileyi tanımaya çalıştım. Çok geçmeden fark ettim ki, kimse yaşını bilmiyordu. Genç olanlar bile. Köyde kimsenin varlığı kayıt altında değildi. Ne doğduklarından, ne öldüklerinden, ne de tam olarak kaç kişi olduklarından haberdar olan bir makam vardı. Demek o yüzden kimilerine göre nüfusları 24.000, kimlerine göre 43.000 diye telaffuz ediliyordu. Bana uzatılan kaseyi teşekkür ederek aldım. Kase dediğim kurutulmuş ve ortadan ikiye bölünmüş bir su kabağıydı. İkram edilen içecek ise kahve değil, kurutulmuş kahve yapraklarından ve kahve çekirdeğinin kabuklarından yapılan güzel kokulu bir çaydı. Afiyetle içtim.
Hamerler de, Omo Vadisi’ndeki pek çok kabilede olduğu üzre, çok eşli. Erkekler dört kadınla evlenebiliyor. Kadınların boynundaki kalın metal kolye onun evli olduğunun göstergesi. Hele bir de bir tutamaç varsa bu kolyede, ki ‘kama kolye’ deniyor böyle olanlara, o kadının bir erkeğin ilk eşi olduğunu anlıyoruz. İlk eş olmak bir ayrıcalık, bir onur.
Sonraki günlerde iyice güneye inip Omorate’ye gittim ve kütüklerin içi oyularak yapılmış eski usul kayıklarla Omo Nehri’nin doğu yakasından batıya geçtim. Amacım bir Dasaneç köyüne ulaşmaktı. Dasaneçler’in nüfusu yaklaşık 50.000 kişi ve Etiyopya – Kenya sınırının her iki yakasında, Turkana Gölü’nün etrafında yaşıyorlar. Kaçının Etiyopya, kaçının Kenya topraklarında olduğunu tam olarak bilen yok. Kendilerini doyuracak kadar tarım yapıyor, sayısı geçtiğimiz yıllarda kuraklık ve başka sebeplerden iyice azalmış olan hayvanlarını güderek geçiniyorlar. Kayıktan indikten sonra vardığım köy, sınıra 30 km mesafede yer alıyor ve içinde yaklaşık 400 kişi yaşıyordu. Köyde geçirdiğim birkaç saat içinde, rengarenk boncuklardan yapılmış takıları, gözalıcı şekillerde örülmüş ve gazoz kapaklarıyla süslenmiş saçlarıyla kadınlar fotoğraf makineme bol bol poz vermesine rağmen, erkekler benden köşe bucak kaçtı. Dönüşte, beni araçta bekleyen rehberim Abay’a defterime not almak üzere köyün adını sordum, ‘Ne bileyim’ dedi. ‘Dasaneçler göçebedir, mevsime göre yer değiştirirler. Sen kimbilir hangi köye gittin?’.
Aşağı Omo Vadisi’nde gittiğim son yer Milisha’nın köyü oldu. Bir sabah erkenden Abay’la buluşup Mursiler’i ziyaret etmek üzere aracımızla Mago Milli Parkı’nın yolunu tuttuk. Mago Milli Parkı 1979’da kurulmuş. Kuruluş maksadı buradaki yabani hayatı korumaktan ziyade, vadideki kabileleri göçebelikten yarı-göçebeliğe ya da yerleşikliğe zorlamak, böylece nüfuslarını kayıt ve kontrol altına almakmış. Hedefe ne kadar ulaşıldığı tartışmaya açık. (Yaban hayat deyip geçmeyelim. Her ne kadar Etiyopya son elli yılda ormanlarının yüzde 95’ini kaybetmiş ve bu yüzden oluşan kuraklık nedeniyle başta filler olmak üzere hayvan nüfusunun büyük kısmı Kenya ve Tanzanya’ya göçmüş olsa da, Mago Milli Parkı hala bazı vahşi dostlarımıza evsahipliği yapıyor. Beni de parka girer girmez leoparlar karşıladı).
Mursiler’in nüfusu hepi topu 10.000 kişi kadar. Ancak sadece Etiyopya ’nın değil, dünyanın en bilinen kabilelerinden biri oldukları iddia edilebilir. Bunu da, kadınların güzel görünmek için alt dudaklarına kil tabaklar takmalarına borçlular.
Mursi kızlar 6-7 yaşlarındayken anneleri tarafından alt dudaklarında küçük bir kesik açılıyor. Önce buraya bir tahta parçası konarak yaranın iyileşmesi bekleniyor. Sonra tahta parçası yerini bilye büyüklüğünde bir kil tabağa bırakıyor. Yaş ilerledikçe kil tabağın çapı genişletiliyor. Kızlar ergenlik dönemine eriştiklerinde dudaklarında en az 10 cm çapında tabaklar taşır hale geliyorlar. Üzerindeki desenleri kendileri çiziyor.
Tabakları sürekli takmıyorlar, zira dudakta tabakla yaşamak, konuşmak, yemek yemek, gülmek çok zor. Her şeyden önce tabakların ağırlığı rahatsız edici. Kızlar sık sık elleriyle tabakları alttan destekleme ihtiyacı duyuyor. Bazı sivil toplum örgütleri yıllardır bu bölgede çalışmalar yaparak Mursiler’e bu geleneğin yol açtığı zararları, enfeksiyon risklerini vs. anlatıyor. Bu efor karşılığında uygulama azalır gibi olduysa da, son 6-7 senedir bölgenin turizme açılması, gelen turistlerin dudaklarına tabak takmış kızları fotoğraflaması ve fotoğraf çektiği kişiye para ödemesi madalyonu tersine çevirmiş. Görünen o ki, şimdiye kadar kendilerine güzel görünmek için tabak takan bu kabile, bundan sonra bizim makinelerimize poz vermek için devam ettirecek bu geleneği.
Parkın içinde ikibuçuk saat direksiyon salladıktan sonra bozkırın ortasına atıverilmiş gibi duran bir avuç saz kulübeden ibaret köye geldik. Çok geçmeden köyün lideri Milisha ile tanıştım. Beni hemen evine davet etti. Kulübesinin tam önünde sönmüş bir ateşin izi görünüyordu. Bir önceki gece yakmışlardı, hem bir parça ısınmak, hem de vahşi hayvanları uzak tutmak için… Bu ikincisi kulübenin kapısının çok alçak yapılmış olmasını da açıklıyordu. Dizlerimin üzerinde sürünerek içeri girdim.
Milisha, BBC’nin çektiği bir belgesel aracılığıyla Mursiler’i temsilen Amerika’dan İngilitere’ye, Kenya’dan Çad’a birçok ülke gezmiş, İngilizce’yi de bu sırada öğrenmişti. İki karısı, üç çocuğu vardı. Kadınlar evin çekip çevrilmesinden sorumluydu. Saz kulübenin inşa edilmesinden kilometrelerce öteden su taşınmasına, nehir kıyısında yapılan ekimden hasada, hayvanların sağılmasından çocukların beslenmesine ve yeniden göç zamanı geldiğinde gidilen yerde yeni bir kulübe inşa edilmesine kadar her şey kadının işiydi. Erkeklerin işi savaşmaktı. Zaman zaman başka kabilelerle aralarında husumetler oluyordu. Ancak son fiili savaşları Eritre’yle olmuştu, ki onun da üstünden çok zaman geçmişti. Ellerindeki tüfekler şimdilik sadece vahşi hayvanları korkutmaya yarıyordu. Uzun sohbetimizin sonunda, kabiledeki erkeklerden benimle evlenmek isteyenler olabileceğini, birinin teklifini kabul edersem aileme başlık parası olarak 38 inek ve bir adet tüfek ödeneceğini açıkladı. ‘Milisha’ dedim, ‘ben bunu bir düşüneyim!’. Birbirimize sırıttık.
Kulübeden çıkınca ‘Sana e-posta adresimi vereyim’ dedi Milisha. Bana nasıl e-posta atacağı tam bir muamma olmasına rağmen, sırtçantamda kağıt kalem aramak için köyün ortasındaki ağacın altına oturdum. Etrafımı çeviren, vücudunu desenler oluşturarak boyamış, elinde Kalaşnikof AK-47 taşıyan genç adamlara baktım. İnanması zor, ama bu genç Mursiler önümüzdeki sene işçi tulumlarını giymiş bir fabrikada çalışıyor olabilirler. Bunun nedeni ise Gibe 3 isminde bir baraj.
Omo Nehri’nin kuzeyine yapılmakta olan hidroelektrik barajı Gibe 3, büyük tartışma konusu. Baraj nehir suyunu önemli ölçüde kesecek. Suyun azalması nehrin taşmasını önleyecek. Kulağa iyi bir şey gibi gelse de değil. Bu bölgede yaşayan kabilelerin kendilerine yetecek miktarda gıda üretebilmesi, yetiştirdikleri büyük baş hayvanlara ve taşıp çekildikten sonra nehir yatağının verimli topraklarına ektikleri darı ve mısırdan elde ettikleri hasada bağlı. Barajın varlığı ve taşmanın olmayışı onbinlerce kişinin gıdasız kalmasına sebep olacak (International Rivers’ın 2009 yılı raporuna göre bu rakam yaklaşık 21.000 aile, yani en az 100.000 birey). Kabilelerin yaptığı küçük çaplı tarım biterken, 2015’te Gibe 3’ün faaliyete geçmesiyle devlet endüstriyel sulama ve tarıma başlayacak. Etiyopya Şeker Şirketi şeker pancarı ekecek ve bunların işleme tesisini kuracak. Peki bu tesislerde kim çalışacak dersiniz? Hükümetin planına göre, başta Mursiler olmak üzere bu bölgede yaşayan tüm kabile mensupları.
Milisha’nın köyünden ayrılmış, artık Addis Ababa’ya dönerken fikrini sorduğum Abay madalyonun diğer tarafından bakarak ‘Artık onlar da insan gibi yaşayacak’ dedi. Belki daha sağlıklı yaşam koşullarına kavuşacaklar, ancak özgün kültürleri (muhtemelen çok hızlı bir biçimde) yok olacak. İşin asıl problemli kısmıysa, kimsenin onlara bunu isteyip istemediklerini sormamış olması. Etiyopya hükümetinin fikir sormak bir tarafa, aksi yönde fikir beyan edenlere tahammül etmek gibi bir eğilimi de yok.
Etiyopya ’dan döndükten sonra oturmuş bu yazıyı yazarken Milisha’ya barajla ilgili fikrini sormayı unuttuğumu hayretle fark ettim. E-postama belirsiz bir süre cevap beklemek yerine, Shoma’ya mesaj attım. Gelen yanıt durumu gayet güzel özetliyordu: ‘İlsu tatlım, bu baraj Aşağı Omo’da yaşayan ve Omo Nehri kıyısında tarım yapan Karo, Nyangatom, Dasaneç ve Mursi gibi kabileler için hayatlarındaki en büyük problem. Ama konuşursak hükümet bizi tutuklayabilir, o yüzden sussam daha iyi olacak. Benden bu kadar.’
Ne yazık ki kabile kültürünün devamına dair Etiyopya ’ya gelmeden önce duyduğum tehditler doğru çıktı. Modern koşullarla temas, ani gelişen turizm, ama en önemlisi hayatın can damarı olan Omo Nehri’ne müdahale… Aşağı Omo Vadisi’nde hayat kendine özgü ritüelleri ile binlerce yıl yavaş ama çok yavaş akmış olabilir, ama şimdi bir baraj onu göz açıp kapayana kadar değiştirecek…
Bu yazı GEO Türkiye dergisinin Ocak 2015 sayısında yayınlanmıştır.