Bu, Nedir Bu? Eyes Wide Shut’ın Setinde Miyim?

New York ilginç şehir vesselam.

Geçen Haziran ayında bir kaç günlüğüne New York’a gittim. Şehre ayak basmadan haftalar önce New York’ta yaşayan arkadaşım Ayşe, orada geçireceğim tek cuma akşamımı boş bırakmamı, bir etkinliğe bilet aldığını bildirdi. Ayrıntıları ‘sürpriz olsun’ diyerek vermedi. Sürpriz etkinlik ne olabilir? Broadway şovuna mı gideceğiz, basket maçına mı, yoksa filarmoni konserine mi diye zihnimden hızlı bir liste geçirirken mesajın sonundaki notu gördüm: ‘’Üstüne şık bir şeyler, ayağına da rahat ayakkabılar giy!’’ Haydaaa. O nasıl bir kombin? Nereye gidiyor olabiliriz?

O cuma geldi çattı, kendimizi sanat galerileriyle ünlü Chelsea semtinde, dışarıdan bakınca hiçbir şeye benzemeyen büyük bir binanın önünde bulduk. Ben sabah erkenden sokağa çıkmış, bütün gün koşturmuş ve feci yorulmuş bir haldeyim. MoMA’daki sergileri göreceğim diye geç saate kadar müzede dolaşmış, dolayısıyla eve dönememiş, iki dakika soluklanamamış ve üstümü de değiştirememişim. Ayrıca açım. Tek düşündüğüm bir an önce bir koltuğa gömülüp ayaklarımı uzatmak, hatta ortam müsaitse kafayı koyup çaktırmadan uyumak. Uzun lafın kısası, sürpriz etkinliklere katılma modumdan çok uzaktayım. Fakat heyhat! En sağlam sürprizler de bu durumlarda çıkmaz mı karşımıza?

Başımıza geleceklerden habersiz, binanın dışında uzayıp giden kuyrukta biraz bekleyip içeri girdik. Yarı karanlık ortama gözlerim alışır alışmaz anladım ki, küçük bir caz kulübündeyiz. Tek bir spotla aydınlatılmış küçük bir sahne, ancak iki kişinin dizdize oturabileceği üstü kırmızı abajurlu yuvarlak masalar, köşede bir bar…

Bardan birer içki alıp çevreye bakınmaya başladık. Etrafımız gece elbiseli hoş kadınlar, smokinler içinde yakışıklı adamlarla dolu. Bendenizin ise, tabir-i caizse saç bir tarafta, baş bir tarafta. Üzerimde şort, tişört, sandalet… Hay bin kunduz! Yer yarılsa da şöyle derince bir yerine girsem!

Günün bütün yorgunluğu üzerine içkimi de içtikten sonra, artık yalvaran gözlerle nereye, ne zaman oturacağımızı kestirmeye çalışırken, smokinli adamlardan birinin sesi üst perdeden çınladı:

– ‘Hanımlar beyler, McKittrick Otel’e hoşgeldiniz!’

Bardaki tüm kafalar kendisine dönünce tok ses devam etti:

– ‘Az sonra sizi içeri alacağız. Beş katlı otelimizde dilediğiniz gibi gezebilir, her yere girip çıkabilir, dokunabilir, karıştırabilirsiniz.’

İçimden ‘Caz dinlemeyecek miydik, otel gezmek de nereden çıktı? derken smokinli abi asıl bombayı patlattı:

– ‘McKittrick Otel’de istediğiniz gibi dolaşabilirsiniz, ancak iki şeyi yapmanız yasak: Konuşmak ve maskenizi çıkarmak.’

Maske mi? Ne maskesi?

O an, başka bir smokinlinin elime beyaz bir Venedik maskesi tutuşturduğu ve benim enteresan bir atraksiyona dahil olduğumuzu anladığım andır.

Bardaki kalabalık ahali maskelerimizi taktık ve ağır, kadife bir perdenin arkasına geçerek karanlığa daldık. Önce kendimi uzun bir koridorda buldum. Etrafta dolaşan maskeli insanların koridor boyunca sıralanmış odalara girip çıktıklarını görünce ben de daldım bir tanesine. Dalar dalmaz 1930’lar New York’una ışınlandım. Demir bir somya, eski bir komodin, komodinin üzerine bırakılmış bir fötr şapka, üzerinde eski bir daktilo ve yanan bir masa lambası bulunan çalışma masası…

Meraklanıp daktiloya takılı kağıdı okudum. Bir hikaye galiba, ama yarım kalmış… Çalışma masasının çekmecelerini karıştırdım, hikayenin devamının yazılı olduğu dosya kağıtları çıktı. Masanın üzerinde onlarca başka şey var: Kağıt ağırlıkları, dolmakalemler, kitaplar, küçük şişeler, mürekkep hokkası, boş kağıtlar, dolu kağıtlar… İyi de, kimin odası burası, neredeyim?

Koridora çıkıp yürümeye devam ettim. Kulağıma gelen müzik sesini takip ederek başka bir odaya girdim. Bir ebeveyn yatağı, bir bebek yatağı, elbiseler, oyuncaklar… Eşyalara bakarak İkinci Dünya Savaşı öncesinde olduğumuzu tahmin ediyorum. Peki insanlar nerede?

Böyle birbirinden farklı 7-8 odaya girip çıktıktan sonra koridorda biri koluma çarparak yanımdan geçti. Ne oluyor diye dönünce, maskesi olmayan genç bir adamın telaş içinde koridorun sonuna doğru koştuğunu gördüm. Üstünde 30’ların modasına uygun, yüksek belli, pantalon askılı bir takım elbise… Asıl önemlisi, kan revan içinde!..

Benimle birlikte o sırada koridorda bulunan on-onbeş maskeli kişi, bir numarası olduğunu anladığımız bu adamı gözden kaybetmemek için başladık peşinden koşmaya. Bir kapıdan çıktık, başka bir kapıdan girdik ve kendimizi aniden başka maskelilerin de bulunduğu karanlık bir salonda bulduk. Salonun bir köşesinde kocaman bir yatak vardı, tam ortasında da içi su dolu, emaye bir küvet…

Küvetin etrafına dizilip önümüzde cereyan eden sessiz-sözsüz oyunu seyretmeye koyulduk. Ortam öyle tuhaftı ki, kendimi Stanley Kubrick’in Eyes Wide Shut filminin meşhur maskeli sahnesinde gibi hissettim. Bir siyah pelerinim eksik!

Yatakta yatan gecelikli bir kadın bizim kanlar içindeki adamı görünce yerinden fırladı. Adamcağızı anadan üryan kalıncaya değin soydu. Adam hooop su dolu küvete atladı. Kadın adamı yıkadı, pakladı. Adam küvetten çıkıp giyindi ve yine koşarak salonun o ana kadar karanlıkta görmediğimiz bir kapısından çıktı. Adamı mı kovalayayım, yatağa dönen kadına mı bakayım, bir süre karar veremedim. Diğer seyirciler de benim gibi bocaladılar. Adamın peşinden gitmeye karar verdim, ama birkaç saniyelik duraklamam bile onu gözden kaybetmem için yetmişti. Kapıdan çıktığımda dekor değişti, kendimi Agatha Christie romanlarındaki gibi bir otelin lobisinde buldum.

Ne yapayım, ben de resepsiyonun önüne gelip elbet bir şey olacak diye beklemeye başladım. Çok sürmedi, karanlıkların içinden elinde ahşap bavuluyla bir kız çıkageldi. Tam yanımda durup resepsiyondaki zile bastı. Otel görevlisi ortaya çıktığında, hiçbir konuşma olmamasına rağmen, kızı önceden tanıdığını mimiklerinden anladık. Müthiş gerilimli bir hava oluştu birden. Adam sinirle kıza bir fincan çay getirdi bir yerlerden. Kız içerken elleri titredi, çay yerlere döküldü filan. Derken yine koşturarak bir adam geçti yanımızdan. Ben kızı bıraktım, başladım bu adamın peşinden koşmaya…

Neyse lafı uzatmayayım, siz konsepti anladınız. Tam 2 saat boyunca, 9300 m2 alana yayılmış, 100 odalı ve beş katlı bir binanın içinde, suratımızda beyaz maskeler, tek kelime konuşmadan, merdivenlerden indik, merdivenlerden çıktık, koridorlardan geçtik, kapıları çarptık, oyuncuların peşinde koştura koştura bir hal olduk…

Her girdiğimiz mekan bir öncekinden tamamen farklıydı. Beş dakika önce bir balo salonunun locasından davetlilerin zarif valsini mutlu mesut seyrederken, beş dakika sonra kendimi terk edilmiş bir hastane odasında buldum mesela. O hastane odası öyle gerçekçi, fakat aynı zamanda öyle korkutucu, öyle tekinsiz bir yerdi ki, hakkıyla tarif etmeme imkan yok. Derinlerden gelen tüyler ürperten bir müzik, boş yataklar, işkence aleti gibi duran kanlı ameliyat gereçleri… Ben ki korku filmi izlemekten dahi nefret ederim, kendimi bizzat içinde bulunca kanım dondu, nasıl kaçtığımı bilemedim.

Kaçayım derken kendimi hastaneden daha ürkütücü, baykuşların öttüğü bir ormanda buldum. Evet, bildiğimiz orman. Gece vakti ne işim var ormanda yahu? Bir de karşıma ayin yapan, hemşire mi rahibe mi, kıyafetlerinden anlayamadığım iki kadın çıkmaz mı? Oradan da son sürat kaçtım.

Anahtarcı, balo salonu, taksidermist, orman, hastane, bar, yatak odası, dedektiflik bürosu, bahçe… O mekandan bu mekana savrulurken bendeki jetonlar şıngır mıngır düştü: Ayşe gelmeden birkaç gün önce hiçbir açıklama yapmadan Macbeth’in metnini göndermişti bana. Elbette!!! Nasıl düşünemedim! Küvetteki kanlı adam Macbeth, onu temizleyen kadın ise Lady Macbeth olmalı… Ormandaki kadınlar da hemşire değil, cadı… Diğer sahnelerden bir halt anlamamış olsam da, en azından birkaç sahneyi çözebilmiş olmanın huzuruyla yorgunluğumu unutup koşturmaya devam ettim.

İki saat sonra, ilk karşılaştığım küvet sahnesiyle tekrar karşılaşınca benim için oyunun bittiğini anladım. Çıkış yazılarını takip edince kendimi ilk geldiğim caz kulübünde buldum. Bu kez sahne boş değildi, orkestra yerini almış, küçük masaların tamamı dolmuş, kalabalık çıkardıkları maskelerini ellerinde sallayarak içkilerini yudumluyordu.

Tiyatro oyunu mu, performans mı, nasıl tarif edeceğimi tam bilemediğim bu ‘etkinlik’ İngiliz gösteri sanatları topluluğu ‘Punchdrunk’ tarafından sergilenen ‘Sleep No More’.

Çıktıktan sonra arkadaşlarımla konuşurken, her birimizin farklı mekanlara ve sahnelere şahit olduğumuzu, dolayısıyla birçok sahneyi de kaçırdığımızı fark ettik. İşin güzel tarafı da galiba bu: Her izleyici yalnız kendine özgü, eşsiz bir deneyim yaşıyor.

Prodüksiyonun büyüklüğünü hayal edebilirsiniz: Beş katlı binanın her odasında ayrı ışık rejisi, her mekana özgü ayrı müzik, son derece gerçekçi ve hayretler içinde bırakacak ölçüde detaylı bir dekor, oyuncuların katlar arasında koşturduğu karışık bir sahne trafiği… Özetle inanılmaz bir yatırım.

Oyuncuları da ayrıca tebrik etmek gerek. Sürekli koştukları için fiziksel dayanıklılıklarından, sözsüz oynarkenki ifade güçlerinden ve burunlarının dibinde duran maskeli insanları görmezden gelerek oynayabilme konsantrasyonlarından ötürü…

Sonradan öğrendiğim birkaç bilgiyi de paylaşayım: Punchdrunk (oyun esnasında da derinden hissettiğim üzre) her fırsatta Alfred Hitchcock’a saygılarını sunuyor. Oyun kurgusunun bir parçası olan McKittrick Oteli Hitchcock’un Vertigo filmine, caz kulübü Manderley Bar ise Rebecca filmine birer gönderme…

New York’a yolunuz düşer de David Linch, Stanley Kubrick, Alfred Hitchcock, Agatha Christie’den ortaya karışık bir ambiyansı bizzat yaşamak; Inception, Eyes Wide Shut, Fifth Sense’ten bir çimdik tat bulmak isterseniz siz de buyrun Sleep No More’a… Hararetle tavsiye ederim. Üstünüze şık bir şeyler, ayağınıza da rahat ayakkabılar giymeyi unutmayın!..

(Fotoğraflar oyunu tanıtan çeşitli internet sitelerinden alınmıştır.)

PAYLAŞ: