‘Ben 1, 2, 3 deyince avazınız çıktığı kadar bağırın’ diye fısıldıyor Yeni Zelandalı rehberimiz tuhaf aksanıyla.
Üzerimde sörfçülerin giydiği tarzda neopren elbiseler, ayağımda lastik botlar, kafamda lambalı bir kask ve sağımdan solumdan sarkan ipler ve karabinalar eşliğinde, sonuna kadar şişirilmiş bir şambriyelin üzerinde, çıt çıkarmadan oturuyorum.
Su çok soğuk. Tahminen 11-12 derece. Baştan aşağı ıslak ve oturduğum şambriyelin ortasından belime kadar suyun içindeyim. Arada bir titreme geliyor. Bağırınca ısınır mıyız acaba, diye düşünüyorum.
Benimle birlikte şambriyellere tutunmuş altı kişi daha var. Rehberimiz fısıldayarak ‘1, 2, 3’ diye talimatı verince basıyoruz çığlığı. Sadece birkaç saniye bağırmamıza rağmen yankılanmanın etkisiyle kulakları sağır edecek bir gürültü çıkarmayı başarıyoruz. Ve işte o zaman fevkalade, müthiş, olağanüstü güzel bir şey oluyor!
Hani şehirden uzakta bir yerdesinizdir. Etrafta fazla ışık kaynağı yoktur. Gece kafanızı bir kaldırırsınız, milyarlarca yıldız aynı anda görünür olmuş, ışıl ışıl parlamaktadır. Samanyolu elinizle tutabileceğiniz kadar yakındır. Gökyüzü neredeyse yorgan gibi üstünüzü örtecektir. Birkaç yıldız kayar hatta… İşte ben o gökyüzünü yerin metrelerce altında buldum.
Çığlıklarımızın mağara duvarlarında yankılanması daha bitmeden, o ana dek belli belirsiz görebildiğimiz minik pırıltılar kuvvetlenerek ışıl ışıl yanmaya başladı. Sanki biri aydınlatma düğmesini çevirdi. Binlerce, milyonlarca led yandı bir anda. Tavandaki ışıltının yansıması suya vurdu. İşte o anda hayret, hayranlık, sevinç nidaları çıkarıp çeşitli dillerde ‘vayy bee’ demeye başladık. Çünkü etrafımızı 360 derece kaplayan, pırıl pırıl bir uzayda yüzüyorduk artık.
Arachnocampa Luminosa. Bizi çocuklar gibi mutlu eden bu sahnenin kahramanı işte o: Dünyada sadece Yeni Zelanda ’da bulunan ve ışık üreten, çift kanatlı bir böceğin larvası.
Bulunduğum yer Ruakuri Mağarası. Burası Yeni Zelanda ’nın kuzey adası üzerinde, Auckland’dan karayoluyla 2,5 saat güneyde, küçük bir kasaba olan Waitomo’da. Otuz milyon yıl önce, yani bölge henüz okyanus altındayken burada büyük bir mağara sistemi oluşmuş. Mağaranın duvarlarını kalker taşı, mercan fosili, deniz kabuğu ve balık iskeletinden oluşan kristalize kayalar meydana getiriyor. Bugün 300 civarında mağaranın varlığı biliniyor. Bunlardan üç tanesi ziyarete açık: Waitomo, Aranui ve Ruakuri.
Ruakuri tahminen 400 ila 500 yıl önce Yeni Zelanda ’nın yerlisi genç bir Maori tarafından keşfedilmiş. Kuş avlarken mağaranın ağzına kadar gelen genç adama mağara ağzını yuva bellemiş vahşi köpekler saldırmış. Mağaranın adı da ‘rua-kuri’ kalmış. Evet bildiniz, Maori dilinde ‘köpekli mağara’ demek. Ama bugün köpekler yerini ışıldayan solucanlara bırakmış görünüyor.
Arachnocampa Luminosa hayatının ilk üç haftasını yumurta, takip eden dokuz ayını solucan (ışıldadığı dönem), sonraki iki haftasını pupil ve nihayet yalnızca son üç gününü kanatlı bir yetişkin olarak geçiriyor. Solucanın ışıldayan yeri kuyruğu. Kuyruğu upuzun ve tel tel sarkıyor. Yaydığı kimyasallar oksijenle reaksiyona girince bu uzantılar ışıldamaya başlıyor. Uçan haşere de tıpkı örümcek ağına takılır gibi bunlara yaklaşıp yapışıyor. Yani solucanımız aslında ışıldamak suretiyle karnını doyurabiliyor.
Arachnocampa Luminosa sese tepki veriyor. Ani ve yüksek sesi ‘yemek geldi’ diye değerlendirip daha fazla ışıldamaya başlıyor. Işıldama kendisinden büyüklere karşı savunma mekanizması işlevi de görüyor.
Mağaralar var olmak için Arachnocampa Luminosa’ya ideal bir ortam sunuyor: Hem ışıldamanın görünebilmesi için yeterince karanlık, hem hayvanın asılıp kuyruk uzantılarını sallandırabileceği bir tavanı var, hem de rüzgarsız ve nemli, böylece uzantılar birbirine yapışmıyor veya kuruyup gitmiyorlar.
Arachnocampa Luminosa’nın yaşadığı mağaraları iki şekilde gezebilirsiniz: Ya ‘Heybeli’de her gece mehtaba çıkar’ gibi, sandallara binip önceden belirlenmiş alanlarda yarım saat, kırk dakika kadar gezinebilirsiniz. Ya da biraz daha adrenalin arıyorsanız, benim yaptığım gibi Black Water Rafting Co.’nun 4,5 saat süren macera turuna katılabilirsiniz.
Tur mağaraya 35 metrelik dik bir bacadan iple inerek başlıyor. Bunu yapabilmek için önce açıkhavada, eğimli bir arazide iple iniş antrenmanına tabi tutulacaksınız. Ekipmana alışıp dolanmadan ve parmaklarınızı sıkıştırmadan ipi kaydırmayı birkaç kez denedikten sonra bacadan inmeye hazırsınız. Baca tıpkı bir kum saati gibi, önce geniş bir ağızla başlayıp birkaç metre sonra ancak geçebileceğiniz darlıkta bir boğaza düşüyor ve ardından tekrar genişliyor. Biri yukarıda diğeri aşağıda olmak üzere, iki rehberin yönlendirmesi eşliğinde, ayaklarınızı mağara duvarına bastırarak yavaş ve dikkatle ineceksiniz. Mağaranın içi kafa lambası ışığı dışında karanlık olacak. Rehber sizi o ana kadar fark etmediğiniz, başınızın üzerinden geçen çelik bir halata bağlayıp kafa lambanızı kapatacak ve kelime manasıyla arkanıza tekmeyi basacak. Kör karanlıkta nereye gittiğinizi bilmeden 50 metre kadar havada uçacaksınız. Bu hareketin adı ‘Flying Fox’ (Uçan tilki). Uçuştan yere inişiniz ani ve sert olacak. Bir sonraki adım, indiğiniz kayadan birkaç metre aşağıda akan yeraltı nehrine atlamak. Su o kadar soğuk ki, vücudunuzun hiç değilse bir kısmını suyun dışında tutmanız sizin faydanıza. O yüzden atlamadan önce rehberin getirdiği şambriyeli elinize almayı unutmayın. Nehrin içine döşenmiş kılavuz ipini izleyerek şambriyelin üzerinde bir süre ilerledikten sonra ışıldayan solucanlar görünmeye başlayacak. İşte turun burasında soğuktan morarıncaya kadar olağanüstü bir pırıltı denizinde yüzebilirsiniz. Burada geçirdiğiniz dakikaları hayatınız boyunca unutmayacaksınız.
Biraz daha ilerledikten sonra şambriyelinizle vedalaşacaksınız, çünkü artık su seviyesi yürüyebileceğiniz kadar alçalmış olacak. Önünüzde aşmanız gereken uzun bir koridor var. Burayı yürüyerek geçmenin kolay olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bu koridorun adı ‘Sarhoşluk Yolu’ ve suyun altındaki kayaların şekilleri ve yerleşme biçimleri yüzünden arka arka iki düz adım atmak mümkün değil. Zil zurna sarhoşmuş gibi yalpalaya yalpalaya ilerleyeceksiniz. Yol bitince rehber sizi birkaç dehlizden sürünerek geçirecek, bir-iki rampadan kaydıracak. Bu kısımlar su parkındaki oyunlar gibi, son derece eğlenceli. Derken su tekrar derinleşecek. Rehber nehirde akıntı yönünde yüzmenizi tavsiye ederek karanlıkta gözden kaybolacak. Sıkı bir yüzme antrenmanından sonra rehberin beklediği yeraltı şelalesinin önüne ulaşacaksınız. Bu aşamada ardarda birkaç şelaleye tırmanmanız gerekecek. Rehber ellerinizi ve ayaklarınızı nereye koymanız gerektiğini işaretlerle anlatacak, zira şelalenin sesinden birbirinizi duymanız mümkün değil. Tırmanmak için hamle ettiğinizde hızlı davranmanız lazım, yoksa bu küçük şelaleden başınıza balyoz gibi inen su sizi ilk adımda yere serer. İlkindeki acemiliği ikinci ve üçüncü şelalede üzerinizden atacaksınız, merak etmeyin.
Turun en derin noktasına, yani yer seviyesinden yaklaşık 60 metre aşağıya ulaştığınızda küçük bir mola vereceksiniz. Rehberin neden sırt çantası taşıdığını da, çıkardığı termostan sıcak çikolata ikram edince anlayacaksınız. Tam ısınıp gevşemişken bir sarsıntı olacak. ‘Deprem mi oldu?’ diye soracaksınız endişeli. ‘Tabii ki deprem oldu’ diyecek rehber, ‘Yeni Zelanda ’nın dünyanın en aktif fay hatlarından biri üzerinde olduğunu unuttunuz galiba’. Unutmadınız da, bu kadar derinde yakalanmasaydınız iyiydi! Artık çıkışa geçecek ve dörtbuçuk saat süren turun her aşamasında size ışıldayarak eşlik eden Arachnacampa Luminosa’ya, sizi yuvasına kabul ettiği için teşekkür ederek ayrılacaksınız Ruakiri’den. Ve elbette çıkınca toprağı öpmeyi unutmayacaksınız!
Bu yazı GEO Türkiye’nin Şubat 2015 tarihli sayısında yayınlanmıştır. Yazıda kullanılan fotoğrafların telif hakkı Disccover Waitomo’ya aittir ve izin alınarak yayınlanmıştır.
Waitomo Mağaraları’ndan daha fazla fotoğraf görmek isterseniz, Yeni Zelandalı fotoğraf sanatçısı Joseph Michael‘ın uzun pozlama ile çektiği harikulade fotoğraflar için web sitesini ziyaret etmenizi tavsiye ederim.