İskandinav tarzı, ahşap bir kahvaltı masası. Üzerinde fincanlar. Sandalyelerden biri geriye çekilmiş, az önce biri kalkmış gibi… Masanın dayandığı pencereden evin bahçesi görünüyor. Kar yağmış. Bahçe merdivenlerinden elinde çantası, saçları örgülü, 7-8 yaşlarında bir kız koşarak iniyor. Arkası bize dönük.
‘Kızım Linda.’ diyor Björn kulağıma. ‘Bu fotoğrafı ben çektim. Bir saniye önce bana el salladı. Deklanşöre bastığımdaysa çoktan arkasını dönmüştü. Fotoğrafı çekmeye geç kaldığım gibi, onun büyümesine de geç kaldım ben. Hep bizi bekleyen daha parlak bir gelecek için durmadan çalışıyordum. Oysa Agnetha, durmak ve bir aile olmak istiyordu. Belki haklıydı. Bunu yıllar sonra anlıyorum. Linda’nın çoktan büyüdüğünü fark ettiğim andır bu’
İsveç’in başkenti Stockholm’de, henüz 5 ay önce açılmış bir müzedeyim. 1972-1982 arasında on yıl boyunca dünyayı sallamış bir efsaneye saygı duruşu niteliği taşıyan ABBA The Museum’da…
Kulağımdaki ses Björn Ulvaeus’a ait, ABBA’nın iki B’sinden birine… Önümdeki mizansen ise Agnetha ve Björn’ün Stockholm’deki evlerinin mutfağının canlandırması.
ABBA fan’ı sayılmam. Onların zirvede gezindiği yıllar benim kum havuzunda oynadığım zamanlara denk düştüğünden varlıklarından epey bir süre haberim olmadı. Aklımın müziğe ermeye başladığı yıllarda ise zevkler, renkler ve piyasa epey değişmişti. ABBA’ya sempati beslemem Erasure’ın cover’ları ile başlamış olabilir. Fakat, bir gün durup ne kadar çok ABBA şarkısı bildiğime şaşırdığım anı çok iyi hatırlıyorum. Dolayısıyla, Stockholm’e gitmeden önce oturmuş şehirde neler yapmam gerektiğine dair dersimi çalışırken, müzenin açıldığını okuduğum an ile ziyaret etmeye karar verdiğim an aynı saniyedir.
Müzeyi bulduğumda şaşaladım. İki nedenden ötürü. Birincisi kapının önünde uzayıp giden kuyruğu beklemediğimden. İkincisi şöyle janjanlı, yanar dönerli, disko toplu bir bina beklerken son derece mütevazı bir mimari ile karşılaştığımdan.
Fakat içeri girince işler değişti. Küçük bir alana yerleşmiş olmasına rağmen, son derece eğlenceli ve akıllıca tasarlanmış bu nev-i şahsına münhasır müze beni 2,5 saat bırakmadı.
Mutfağın önünde durmuş pencereden uzaklaşan Linda’ya bakarken, Björn’ün lafı bitince Agnetha başladı konuşmaya: ‘Ütü yapmayı, bulaşık yıkamayı… böyle basit şeyleri seviyordum. Bütün o turnelere giderken, dünyayı dolaşırken, hep evde vakit geçirmeyi özledim’.
Müzenin en hoş tarafı işte bu: Bizzat ABBA üyelerinin rehberliğinde geziyorsunuz. Her biri bir mizanseni kendi sesinden anlatıyor. Orası neresi, hangi yıldayız, ne yaşamışlar, neler hissetmişler? 40 yıl sonra kaydettikleri, küçük hesaplaşmalar içeren açıklamaları dinleyerek dolaşıyorum…
ABBA.
Yani Agnetha, Björn, Benny ve Anni-Frid.
İki çift.
İki aşk.
Birbirlerini tanımadan önce dördü de İsveç’te tanınan, ayrı ayrı kariyer yapan müzisyenlerdir. Önce oğlanlar tanışır. Birlikte müzik üretmeye başlarlar. Sonra Björn Agnetha’yla, Benny ise Frida’yla çıkmaya başlar. Bir gün Björn ve Benny yazdıkları şarkılara geri vokal yapsınlar diye kız arkadaşlarını stüdyoya getirirler. Kızların sesi birbirine o kadar yakışır ki, oğlanlar şarkı söylemekten vazgeçer, mikrofonu kızlara teslim ederler. ABBA doğar.
Müzede grubun tarihinde önemi olan mekanların replikası var. Mesela menajerleri Stig Anderson’un ofisi. Turne öncesi yapılan toplantıları, Stig’in karısının rolünü, sekreterin işe alınış hikayesini Frida’nın sesinden dinliyorum.
Grubun kayıtlarını gerçekleştirdiği Polar Studio. İçindeki piyano Benny’nin hali hazırda çalıştığı Mono Music Studio’da duran piyanosuna bağlıymış. Yani o stüdyoya girip çalmaya başladığında müzedeki piyano da aynen çalıyor.
Dancing Queen başta olmak üzere, ABBA’nın şarkılarını yazdığı Viggsö adasındaki meşhur kulübe. Küçücük, sadece birkaç metrekare bir yer. Denize bakan geniş bir pencereye dayalı beyaz bir piyano, yanındaki sandalyeye yaslanmış bir gitar, köşede bir sehpa. Duvarda herhalde 30-35 yıl önce bu kulübede çekilmiş bir video oynuyor, Björn ve Benny oturmuş bir şeyler çalıyorlar… Benny, müziği tamamen ortak ürettiklerini, ikisi de beğenip onay vermediği müddetçe yaptıkları hiçbir şarkıyı -yıllar sonra dahi- günışığına çıkarmadıklarını anlatıyor kulağıma… Çevremdeki bütün ziyaretçi kalabalığına rağmen, bir an için, onlarla kulübedeymiş gibi hissediyorum.
Grubun plakları ve ödülleri ile birlikte, hepsi orijinal, tam takım sahne kıyafetlerinin sergilendiği The Golden Room. Zamanın modasına uygun ama yine de farklı, kendine özgü kıyafetler… Dolaşırken öğreniyorum ki, grubun ilk kıyafetlerini, büyükannesinden öğrendiği dikiş bilgisi sayesinde, bizzat Frida dikmiş. İlerleyen yıllarda ise bir ordu çalışmış grup için.
Müzenin en eğlenceli yanı ise ziyaretçilere sunduğu interaktif olanaklar. Dilerseniz ABBA’nın sevdiğiniz bir klibinde oynayın… Ya da stüdyoya girip istediğiniz ABBA şarkılarını kendi sesinizle kaydedin… Animasyon ABBA karakterleriyle birlikte beşinci üye olarak şarkı söyleyebileceğiniz bir konser sahnesi, kalabalık gittiyseniz arkadaşlarınızla dans edip coşabileceğiniz küçük bir disko, ABBA sound’unu çıkarmaya çalıştığınız miksaj masaları gibi seçenekleriniz de var… Tüm denemeleriniz kaydediliyor ve müzenin internet sitesinden indirilebiliyor.
ABBA doğduktan kısa bir süre sonra Agnetha ve Björn evlenir, daha sonra da Frida ve Benny… Gel gör ki, 1979’da Agnetha ve Björn, 1981’de ise Frida ve Benny ayrılır. Yine de 1982’ye kadar koşulları zorlar ve grup olarak kalmaya çalışırlar.
‘Onların boşanacağını ilk duyduğumuz zaman çok üzülmüştük. Yakın arkadaştık. Bir aşkın bitişine şahit oluyorduk. Hayat devam etti ve biz birlikte müzik yapmaya devam ettik. Ancak birkaç sene sonra bizim ilişkimiz de bitince her şey zorlaştı. Aramızda belirgin bir gerginlik vardı. Müziğimiz ve şarkı sözlerimiz de içinden geçtiğimiz dönemi yansıtıyordu. Daha fazla devam edemedik…’ diye anlatıyor Frida
Aşk bitince müzik de biter!
Stockholm’e yolunuz düşerse size tavsiyem, iki kadınla iki erkeğin dünyayı sallayan kişisel tarihlerini görmek için ABBA The Museum’a gidin. Gidince belki yüksek sesle, belki içinizden söylersiniz: ‘Thank you for the music!’.