65 milyon yıl önce şu meşhur meteor dünyaya çarptığında, yalnızca dinozorların kökünü kurutmakla kalmadı, geniş bir mağara sisteminin oluşumunu da başlattı.
Uzun yıllar önce bir fotoğraf görmüştüm. Geniş bir alanda, yukarıda bir yerden süzülen yumuşak bir ışık hüzmesinin altında, devrilmiş bir ağaç gövdesi üzerinde, bacak bacak üstüne atmış oturan bir adam. Etrafta yeşil bir bitki örtüsü. Sanki yarı karanlık bir ormanda çekilmişti. O kadar keskin, o kadar berrak, o kadar pürüzsüzdü ki fotoğraf, öldür allah kimseyi inandırmak mümkün olmazdı sualtında çekildiğine, adamın üzerinde dalış ekipmanı olmasa…
Yıllarca gözümün önünden gitmeyen o fotoğraf, o meşhur meteorun çarptığı topraklarda çekilmişti. Meksika’nın Atlas Okyanusu’na bakan tarafında bir çıkıntı yapan Yucatan Yarımadası’nda. Kültürü, yemekleri, dili, Mayaları, insanlarının tipi, doğası, denizi ile Meksika’dan ayrı bir ülke gibi takılan Yucatan… Aynı zamanda cenote (okunuşu: senote) denen mağaracıkların anavatanı.
Milyonlarca yıldır orada durmasına rağmen, meteorun yarattığı kraterin keşfedilmesi de, cenote’lerle ilişkilendirilmesi de ancak 1970’lerin sonunda gerçekleşebildi. Pek tabii ki, birçok bilimsel keşife olduğu üzre, tamamen başka birşeyin peşinde koşan bir bilimadamının tesadüfen fark etmesi sayesinde… Petrol arayan jeofizikçi Glen Penfield haritaya bakarken cenote’leri birleştirince yarım bir çember oluştuğunu görüp muhtemelen “noluyo yahu!” dedi. Deyiş o deyiş. Bilim dünyası takip eden 20 yıl boyunca “meteor mu başka birşey mi, meteorsa o meşhur meteor mu, peki dinozorlar bu yüzden mi telef oldu” sorularıyla debelendi. Nihayet 20 yıl sonra (birkaç sene önce diyelim) fikir birliğine varıldı: Evetti. Bu oydu.
Krater, merkezine en yakın kasabanın adını taşıyor: Chicxulub (Okunuşu: Çikşulup). Çapı 180 kilometre. Çarpan meteorun çapının 10 kilometre olduğu tahmin ediliyor. Çarpmanın kaldırdığı tozun takip eden birkaç on yıl boyunca güneş ışınlarının dünyaya erişmesini engelleyecek kadar yoğun bir bulut yarattığı, güneşten mahrum kalan dünyanın dengesinin bozulduğu, besin zincirinin kırılarak canlıların önemli bir kısmının yok olduğu düşünülüyor. Dinozorlar dahil.
O meteor çarpmayaydı bugün belki dinozorlar dünyada koştururken insan denen mahluk tarihe karışmış olacaktı. Dinozorlar evrilmiş üniversite sınavlarına hazırlanıyor olacaktı, kimbilir. Güneş doğmadan uyanmış olmanın sersemliği ile bunları düşünüyorum beni cenote dalışına götürecek minibüs geldiğinde.
Yolda giderken rehberimizden Meksika’da yaklaşık 6000 adet cenote olduğunu öğreniyorum. Nedir yani bu cenote? Gözenekli kireçtaşı yataklarının çökmesi sonucu oluşan ve yeraltı sularını ortaya çıkaran delikler diye özetleyeyim. Bu küçük mağaracıkların büyük bölümünün birbirine bağlı olduğu düşünülüyormuş. Ama daha hepsini keşfeden, isimlendiren, hangisi hangisine bağlı tesbit eden yok. Daha ancak 1200 tanesi kayıt altına alınabilmiş. Maya kültüründe cenote’ler en önemli tatlı su kaynağı olmalarından ötürü tanrısal öneme sahip. Mayalar cenote’lere kurban verip değerli eşyalarını atarmış.
Cenote’ler dörde ayrılıyor: Tamamen kapalı ve yer altında olanlar; bir kısmı yer altında olup yeryüzüne çıkışı olanlar, göl gibi tamamen deniz seviyesinde olanlar ve yeraltına uzayan fakat tamamen açıkta olanlar. Bizim dalış yapacağımız mağaraların adı Chac Mool ve Kukulkan. İkinci gruba giriyorlar galiba. Yani bir kısmı yer altında olup yeryüzüne çıkışı olan cins.
Mağaraların olduğu bölgeye geldiğimizde rehberimiz bize önce dalışın başlayacağı yeri gösteriyor. Ortamı şöyle tarif edeyim: Ağaçlık bir alanda piknik masası görünümlü beton masalar var. Burada dalış ekipmanını kuşanıyorsunuz. Sonra ağaçların arasından yampirik bir taş merdivenden küçük, yeşil bir gölete iniyorsunuz. Burası mağaranın yeryüzüne açılan ağzı. Dalışın başlangıç noktası.
Dalış grupları rehber dahil en fazla 5 kişi oluyor. Yerel rehber olmadan mağaraya girmek yasak. Fenersiz dalış yapmak yasak. Mağaraların içine döşenmiş 150-200 metrelik kılavuz ipi takip ederek yaklaşık 45 dakikalık bir dalış yapıyorsunuz. Su sıcaklığı 25 derece civarında. Prensip itibariyle gün ışığını gözden kaçıracağınız hiçbir cenote’ye dalma izin vermiyorlar. Yani içerisi hiçbir zaman tam karanlık olmuyor… diyen rehbere inanmayınız sevgili dalışseverler. O iş bildiğiniz gibi değil. Çünkü cenote’de dalmak öyle bildiğiniz dalış gibi değil.
Nedir farkı? Fotoğrafa geri dönelim. O berrak, keskin, pürüzsüz, insana ortamda su yokmuş hissi veren görüntüye…
O görüntü şöyle oluşuyor: Yağmur suları kireçtaşının oluşturduğu derin katmanlardan geçerken öyle filtreleniyorlar ki, içlerinde partikül kalmıyor. Akıntı da olmadığından, cenote içindeki yeraltı suları yok sanacağınız kadar berrak oluyor. Kendinizi havada uçuyor zannedebilir, suda değil dışarıda olduğunuzu farz edip maskenizi çıkarmaya çalışabilirsiniz. O derece.
Ancak cenote’lerin içinde sadece tatlı su yok. Okyanustan yarımadaya uzanan çatlaklardan cenote’lere deniz suyu da sızıyor. Az biraz belgesel seyretmiş, ortaokul seviyesinde fizik okumuş ya da kafasını suyun altına sokmuş her insan evladı bilir ki, ısısı ya da yoğunluğu farklı iki su kütlesi karıştığında kristalize tabaka oluşur. Hepimizin anlayacağı dilden söylersek: Bi’ halt görünmez.
Şimdi geldik zurnanın zırt dediği yere.
Cenote’de dalarken bir an, 100 metre mesafedeki manzarayı en ince detayına kadar seçer, elinizi uzatsanız metrelerce ötedeki sarkıt ve dikitleri tutabilecekmiş gibi hissederken, bir an sonra hemen önünüzde palet vuran dalıcıyı bir karaltı halinde görecek hale gelebilirsiniz. Kendi elinizdeki güçlü fenerin ışığı bile belli belirsiz bir ışık topu olarak görünür, tamamen körleşirsiniz. Dikkat etmezseniz grubunuzu kaybetmeniz, yanlış yerlere sapmanız olasıdır. Haliyle tecrübesiz ya da biraz fazla heyecanlı bir dalıcının panik olması gayet mümkündür. Sakin olun, durumu düzeltmek çok kolay. Derin bir nefes alarak bir metre yükselmek veya sağa-sola açılmak yeterli. Birden herşey eski berraklığına kavuşuverir.
Cenote dalışında defalarca kristal tabakaya girip çıkıyorsunuz. Her ne kadar teoride gün ışığının kesilmediği iddia edilse de, bizim dalışlarda zaman zaman tamamen karanlıkta kalacak bir rota yaptığımızı söyleyebilirim.
Yerin altında, karanlıkta, etrafımız sarkıt ve dikitlerle çevrili, zaman zaman körleşerek, zaman zaman karşımıza çıkan “buradan ileri gitmeyin, ölürsünüz” uyarı tabelaları eşliğinde, bazen kılavuz ipten ayrılıp rehberin bizi soktuğu deliklerden ilerleyerek, bazen mağara içindeki hava boşluklarında maske ve regülatörlerimizi çıkarıp nerede olduğumuzu anlamaya çalışarak, uzun sualtı hayatımın en etkileyici, en eşsiz, “hayatta bir kere” tecrübelerinden birini yaşadım.
Dinozorlar nur içinde yatsın!