Mekong

mekong

Dünyanın en uzun 10. nehri olan Mekong, Tibet’ten doğar ve Çin, Burma, Tayland, Laos ve Kamboçya’yı geçerek Vietnam’ın güneyinden denize dökülür. Uzunluğu bizim en uzun nehrimiz Kızılırmak’ın 3,5 katıdır. Binlerce çeşit su canlısına ev sahipliği yapar. Soyu tükenmekte olan tatlı su yunusundan tutun da 3 metrelik dev yayın balıklarına kadar…

Mekong, Hindiçini kültürünün çok önemli bir parçasıdır. Bu coğrafyadaki insanlar için Mekong yiyecek demektir, su demektir, ticaret demektir, en önemlisi ev demektir. Çünkü milyonlarca insan nehrin kenarına inşa ettikleri bambu evlerde ya da bizzat nehrin üzerinde teknelerde yaşar.

İşte bu nehir yaşamını yakından görmek üzere Saygon’dan günübirlik bir tur satın aldık. Bu turları satın almak son derece kolay, çünkü her köşe başında bir acenta var. Aynen bizdeki gibi hepsi birbiriyle bağlantılı çalıştığından hangisiyle anlaştığınızın da pek bir önemi yok. Turlar çeşit çeşit. Mekong denize dökülürken geniş bir delta oluşturduğu için, bu alan üzerindeki küçük şehirlerden her birine ayrı bir tur bulabilirsiniz. Biz adambaşı 14 dolar ödeyip üç saat uzaklıktaki Vinh Lang’a gitmeye karar verdik (Aslında Mekong’u görmenin en güzel yollarından biri, Kamboçya-Vietnam geçişini üç gün süren tekne turlarıyla yapmak. Biz Phnom Penh’den Saygon’a uçakla geçtiğimiz için Mekong’u görmek üzere deltaya gittik).

Yola çıkarken ilk hedefimiz, sabahları nehir üzerinde kurulan yüzen pazarları görmekti. Yüzen pazar bizim semt pazarlarının tekneler üzerinde kurulan versiyonu. Satıcılar tekneleriyle gelip nehrin belli bir yerinde duruyorlar. Alıcılar da yine tekneleriyle gelip bunların arasında dolaşarak alışveriş yapıyor.

Saat 11’de Vinh Lang’a vardık. Vardık ama pazarı ara ki bulasın. Alan almış, satan satmış, pılı pırtı toplanmış, tekneler dağılmış. Artık “turistler erken kalkıp yorulmasın, aman uykularını iyi alsınlar” diye midir nedir, sabah sekizde yola çıktığımız için geç kalmışız meğer. Rehbere baktım, hiiiiiç oralı değil. Neyse ki, pazar ortalıkta olmasa da orada yaşayan insanlar hala ortalıkta. Bir yanımızdan teknesiyle “bakkal” bir teyze geçti. Diğer tarafta “chom chom” taşıyan başka bir tekne… Teknenin birinde kaptan köşkünün tepesine saksıları dizmişler, birinde boydan boya hamak sallandırmışlar… Bazıları o kadar ince kanolar ki suya ha battı, ha batacak gibi duruyor.
Bu bölgede onbinlerce insanın ulaşım aracı, işyeri ve evi olan teknelerin yapım tekniği yüzyıllarca geriye gidiyor. Aile içinde büyükten küçüğe aktarılan kurallar, beceriler ve birkaç eski ve özel alet-edevat sayesinde zanaat hala yaşıyor. Gerçekten eski bir tekne kullanılamayacak duruma geldiğinde, ustalar tekneyi parça parça sökererek nasıl yapıldığına bakar, aynı teknikle yeni bir tane üretirlermiş. Bu yüzden nehirde gördüğümüz tekneler plan olarak 500 yıl öncekilerin birebir replikalarıymış.

 

Su çamur renginde. Rehberimiz yanlış anlamayalım diye cansiperane anlatıyor: Suyun rengi kirli olduğunu göstermezmiş, katettiği uzun yolun bir sonucu olarak nehir bolca alüvyon taşır, burada da alüvyonları bırakırmış. Su o yüzden bulanıkmış. Ayrıca yağmur mevsimi yeni bittiği için de su henüz durulmamış. İyi peki diyoruz, ama yüzümüzde tam ikna edilmemiş olmanın emareleri var.

Bütün teknelerin üzerinde görülen mavi bidonlar içme sularını saklamak için. İçmek ve yemek yapmak dışındaki tüm su ihtiyacıysa nehirden karşılanıyor. Nehirde bulaşık yıkayanı da gördük, rahat rahat banyo yapanı da… Bir tek hacet gidereni görmedik, ama onun da aynı yere gittiği ortada. Hiçbir kötü koku duymadık, ama alüvyonların yarattığı renge insanların da biraz katkısı olduğu muhakkak!

Nehirde geçirdiğimiz birkaç saatten sonra teknemizden indik, güneşten korunmak için kafamıza konik bambu şapkalarımızı geçirdik ve kanallarda gezmek üzere küçük gondollara bindik. Biraz da böyle ilerledikten sonra kanalların içine gizlenmiş minik köylerden birini ziyaret etmek üzere karaya çıktık.

Bu minicik köylerde turistlere bir şey satmak isteyen, önce onu nasıl ürettiğini gösteriyor. Örneğin pirinç patlaklı gofret mi alacaksınız, önce gofretin nasıl yapıldığını izliyorsunuz. Hem de bütün adımlarıyla. Öyle “Bu şekilde yapıyoruz, ama bakın burada önceden hazırlanmışı var” gibi bir durum da yok. Üretim sürecini sonuna kadar takip ediyorsunuz, sonunda çıkanı da yiyorsunuz. Yerel bir rehber de tarihçesini, üretim tekniğini, kullanılan malzemeleri anlatıyor. Her şeyin elle yapılmasından, hiçbir otomatizasyon olmamasından etkilenmemek mümkün değil. O kadar büyük el emeği var ki, sonunda çıkanı tüketmeye kıyamıyorsunuz. Hiç abartmadan söylüyorum, hayatımda yediğim en güzel şekeri burada yedim. Hindistancevizi sütünden yapılan ve karamel tadı olan bu şekerden -hiçbir tatlı düşkünlüğüm olmamasına rağmen- dönerken üç paket de yanımda götürdüm.

Mekong gezimizi akşam saatlerinde bitirdik ve yorgun argın Saygon’a döndük. Yolunuz Hindiçini’ne düşerse bu “başka” yaşam biçimini görmenizi tavsiye ederim. Tabii siz siz olun, sabah erken yollara düşün, yüzen pazar yüzüp gitmeden yakalayın 🙂

 

 

PAYLAŞ: