Korona Günlerinde Sri Lanka
80’lerde geçen çocukluğumda duya duya zihnime kazınan ve yıllarca unutamadığım söz öbeklerinden biri “ayrılıkçı Tamil gerillaları“ydı. Her akşam saat tam sekizde yayınlanan “ajans” düzenli olarak bunlardan bahsederdi. Çocuk aklım ne Tamil’in ne olduğu biliyordu, ne de gerillanın (asker gibi bir şeydi, ama tam da değildi). Evdeki konuşmalarda Seylan diye bir yerin adı geçiyordu, ama atlasa baktığımda öyle bir yer bulamıyordum.
Yer isimleriyle ilgili kafa karışıklığımın benden değil, dünyayı yönetenlerden kaynaklandığını zaman içinde anladım. Yıllar ilerledikçe Rodezya Zimbabve oldu, Zaire adını Kongo diye değiştirdi, Siyam’ın Tayland olduğu ortaya çıktı, Burma kendisine Myanmar denmesini istedi… Sömürgecilerin onları soktuğu kılıftan sıyrılmak, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra şahsiyetlerini ortaya koymak isteyen devletler birer birer pasaport yeniliyordu. Seylan’ın da aslında Sri Lanka isminde bir ada-devlet olduğunu bu sıralarda öğrendim.
Sri Lanka denince ortalama bir dünya vatandaşının aklına şunlar geliyormuş:
- Tamil gerillalarıyla neredeyse 30 sene süren iç savaş
- Seylan çayı
- Körfez ülkelerinde çalışan hizmetçiler/bakıcılar
- Tarçın
- 2004 tsunami felaketi
- -İngiliz coğrafyasındakiler için- kriket (Sri Lanka’nın dünya şampiyonluğu var)
Yıllar geçti, ben büyüdüm ve ortalama bir dünya vatandaşından farkım olmadığı ortaya çıktı. Benim Sri Lanka hakkındaki bilgim de yukarıdakilerden fazla sayılmazdı. Fakat merakım yavaş yavaş arttı, görmek istediğim yerler listesindeki sıralaması git gide yükseldi. Nihayet seyahat sırası kendisine geldiğinde, takvimler dünyanın modern zamanlarda görebileceği en büyük salgınının alıp başını gittiği Mart 2020’yi gösteriyordu.
Aylar önce her şeyi planlamıştık. 13 Mart’ta çıkacağımız Sri Lanka turumuz için onbir gezgin vizelerimizi almış, bagajlarımızı hazırlamış, mayolarımızı ve yağmurluklarımızı çantamızın bir köşesine yerleştirmiştik. Geri sayıyorduk günleri.
11 Mart’ta Türkiye’de ilk koronovirüs vakası açıklandı. Kısa bir durum değerlendirmesi yaptık. Oteller işliyor, uçaklar uçuyor, hayat normal düzeninde akıp gidiyordu. Sri Lanka’da hiç vaka yoktu, sadece bir Çinli turist hastanede tedavi edilip ülkesine geri gönderilmişti. Seyahatimizi planladığımız şekilde gerçekleştirmeye karar verdik. Mayo ve yağmurlukların yanına kolonya, dezenfektan ve maskeleri ekledik.
Hayatın bir cilvesi olarak, onbir kişilik grubumuzun dördü sağlık personeliydi: İki doktor, bir eczacı, bir klinik psikolog! Şu dönemde seyahat etmek için bundan daha faydalı bir yol arkadaşı kombinasyonunu nerede bulacağımıza dair şakalar havalarda uçuştu. Sri Lanka’ya bizi götürecek Qatar Airways uçağına mis gibi kolonya kokarak bindik.
Sri Lanka, Hindistan’ın güney ucunda, sanki anakaranın devamıymış gibi uzanan, armut biçimli bir ada. Büyüklüğü aşağı yukarı Marmara Bölgesi kadar ve üzerinde yaklaşık 22 milyon insan yaşıyor.
Kolonya kokumuz kaybolmaya yüz tutmuşken Kolombo’ya indik. Negombo’daki otelimize vardığımızda resepsiyonist elinde termometreyle bizi bekliyordu. Önce lobiye kurulmuş seyyar lavaboda ellerimizi yıkamamızı rica etti. Odamızın anahtarları ancak ondan sonra bize teslim edebilecekti. Koronalı hayat düzeniyle ilk karşılaşmamız böyle oldu. Önlemler bizi güvende hissettirdi ve kendimizi önce lavaboya, sonra Hint Okyanusu’nun dalgalı sularına, ardından bol, taze, leziz ve çok ucuz deniz mahsullerinin kucağına bıraktık.
Sigiriya Kayası
Sabah erkenden 1982’den beri Unesco Dünya Mirası Listesi’nde bulunan Sigiriya Kayası’nı görmek üzere yola koyulduk. İkibuçuk saat süren kara yolculuğumuz küçük, yeşil kasabalar arasından geçti.
Sigiriya Kayası epey düz ve yemyeşil bir coğrafyanın ortasında yer alan, 200 m yüksekliğinde dev bir kütle. Havadan çekilmiş fotoğraflarına bakınca bende biraz Nuh’un Gemisi çağrışımı uyandırmıştı. Uzaktan gayet erişilebilir görünen bu müstakil kayanın gerçek boyutlarını yakınına sokulunca kavrıyorsunuz.
Dediklerinin yarısını anlamadığımız eksik dişli rehberimizin eşliğinde Sigiriya’nın etrafındaki geniş peyzajı; üç kademeli tarihi bahçeleri, bir zamanlar içinde timsahların yüzdüğü hendekleri, alçak taş duvarları, tatlı su havuzlarını, basınçlı fıskiyeleri, seyir teraslarını, irili ufaklı granit kayaların üzerine askeri gözlem noktaları inşa etmek üzere oyulmuş tuğla yuvalarını geze geze Sigiriya’nın ayak ucuna kadar geldik.
Sri Lanka’nın Culavamsa denen, Budist rahipler tarafından tutulmuş yarı efsane yarı gerçek tarih kayıtlarına göre, kralın evlat edinilmiş oğlu Kaşyapa MS 5.yy’ın ortalarında babasını öldürüp yerine geçmiş. Kralın öz oğlu ve tahtın asıl varisi olan ağabeyine karşı kendini emniyete almak için sarayını zor ulaşılan bu kayanın üzerine inşa ettirmiş. Dünyanın dört bir tarafından topladığı 500 dilberi sarayına doldurmuş. Onları eğlenirken seyretmek için kat kat havuzlar yaptırmış. Manzaranın en yüksek ve en güzel noktasına yatak odasını kondurmuş. Sarayına çıkan merdivenlerin başına da askerlerini yerleştirip arkasına yaslanmış. Hayatının sonuna kadar zevk-ü sefa içinde yaşamayı hayal ediyordu muhtemelen.
Ağabeyi bir gün peşinde filler ve Hintli askerlerden oluşan büyük bir orduyla çıkıp gelene kadar işler yolundaymış. Kayanın dibine gelip “Erkeksen in aşağı” gibi bir şey demiş galiba bu ağabey?! Bizimki de inmiş. İşte hikayenin burası hiçbirimizin aklına yatmadı. Ne iniyorsun aşağı, otur oturduğun yerde! Fillerin 200 m’lik kayanın üzerine çıkacak hali yok. Ancak Kral Kaşyapa savaşmak üzere aşağı inmiş ve ağabeyi tarafından öldürülmüş (Efsanenin kimi versiyonlarına göre yenileceğini anlayınca intihar etmiş). Böylece sadece 18 yıl süren krallığı da tarihe karışmış. Ağabey kayanın tepesindeki güzelim sarayı yıkmış ve ordusunu alıp çekip gitmiş. Sonrasında, Sigiriya Kayası’nın gövdesindeki irili ufaklı girintiler MS 14. yy’a kadar Budist rahipler tarafından meditasyon ve ibadet yeri olarak kullanılmış.
Sigiriya yerel dilde Aslan Kayası demek. Bu adı oturan aslan şeklinde inşa edilmiş giriş kapısından alıyor. Günümüze aslanın sadece ön ayakları ve pençeleri kalmış, ancak bunların boyutundan aslanın tam boy büyüklüğünü, ihtişamını ve bir zamanlar halk üzerinde yarattığı hayranlığı (ya da korkuyu) hayal etmek mümkün.
Aslan denince çoğumuzun aklına Afrika gelir. Oysa bir zamanlar Asya coğrafyasında da özgürce yaşayan aslanlar vardı. Bunlardan günümüze kala kala 500 birey kalmış durumda. Onlar da tek bir yerde, Hindistan’ın batısındaki Gir Milli Parkı’nda yaşıyor. Bugün Sri Lanka’da hiç aslan yok. Kaplan da yok.
Aslan kaplan demişken yeri geldi, yine “ayrılıkçı Tamil gerillaları”nı anayım. Onlar kendilerine gerilla değil, Tamil Kaplanları diyordu. Sri Lanka’nın kuzey ve doğu kıyılarında yaşayan, nüfusun %12’sini oluşturan, kendi dilini konuşan, Hindu inancına sahip Tamil halkının Sri Lanka’dan ayrılarak bağımsız bir devlet olmasını savunuyorlardı. Bugün genellikle İslami terör örgütleriyle ilişkilendirilen intihar bombacısı kavramını dünya literatürüne Tamil Kaplanları kazandırmıştı. El Kaide, Hamas, İslami Cihad’ın toplamından daha fazla intihar eylemi yapmışlardı. Benim çocukken haberim dahi olmamıştı elbette, ama bir yandan sağı solu patlattıkları eylemlerine devam ederken, diğer yandan ordusu, donanması, polisi, adliyesi, bankası, medyasıyla ayrı bir devlet yönetimini de fiili olarak hayata geçirmişlerdi. Sri Lanka ordusu 26 yıl süren iç savaşı 2009’da kanlı bir harekatla sona erdirdi. Tamil Kaplanları da adada kendilerinden önce yaşamış gerçek kaplanlarla aynı akıbeti paylaşarak ortadan kalktı.
Sigiriya Kayası’nın tepesini görebilmek için 1200 basamak merdiveni çıkmak gerekiyor. Ayağınıza ve ciğerinize kuvvet. En üste kadar çıkmak istemezseniz bile, yolun yarısında Kaşyapa’nın hareminin resmedildiği duvarı görmeden geri dönmeyin. Son derece detaylı çizilmiş bu renkli resimlerin bir kısmı yok olmuş olsa da kalanlar çok iyi durumda. Bunları yapan çizerlerin boyama tekniği çağdaşlarından farklıymış. Taslak çizimlerde yaptıkları hataları veya fikir değişikliklerini bugün bile çıplak gözle görebilirsiniz.
Resimlerin biraz ilerisinde “Ayna Duvar” denen uzunca bir duvar yer alıyor. Bu duvarın pürüzsüz yüzeyi çeşitli yağlarla her gün ovalana ovalana o kadar parlatılıyormuş ki, Kaşyapa önünden geçerken kendi aksini seyredebiliyormuş. Buyrun size antik ayna. İnsanoğlu camın arkasını sırlamayı keşfetmeden önce de ego okşamanın sırrını biliyormuş.
Sigiriya’dan kan ter içerisinde aşağı indiğimizde Sri Lanka’da da ilk vakaların açıklandığını öğrendik. İtalyan turistleri gezdiren üç rehber ve onların temas ettiği kişilere virüs bulaşmıştı. Vakalar karantinaya alınmış ve Sri Lanka otoriteleri turistlerin gezdiği milli parkları kapatma kararı almıştı. Dolayısıyla birkaç gün sonra Udawalawe Milli Parkı’nda yapmayı planladığımız fil safarisi iptal olmuştu. Bu kararın aynı zamanda mavi balina görmek için yapacağımız tekne turumuzun iptali anlamına da geldiğini fark edince içim cız etti. Bu tekne turları da milli park yetkilileri tarafından kontrol ediliyordu, parklar kapanınca bunlar da durmuştu. Korona günlerinin birinci cilvesi.
Mavi Balina
Sri Lanka’yla ilgili hayatta öğrendiğim ilk şey Tamil gerillaları olabilir, fakat kalkıp gelmemin bir numaralı sebebi bir mavi balina görebilmekti. O yüzden seyahat tarihimizi tam göç mevsimine denk getirmiştim.
30 m’ye kadar uzayan boyu, 180 tonluk cüssesiyle mavi balina dünya üzerinde yaşamış en büyük canlı. En büyük dinozordan bile daha büyük. Karşılaştırmak gerekirse, bir mavi balina yaklaşık 30 tane Tyrannosaurus Rex ya da 40 tane file denk.
Mavi balinanın kalbi o kadar büyük ki, içine küçük bir otomobil sığabiliyor. Bu kocaman kalp o kadar gürültülü atıyor ki, kilometrelerce ötedeki sonarlarca duyulabiliyor. 5000 lt kapasiteli ciğerleriyle bir saate kadar suyun altında kalabiliyor ve yüz metreye kadar dalabiliyor (İnsan ciğer kapasitesi ortalama 5 lt ve kendi ciğerimizle nereye kadar dalabildiğimizi hepimiz biliyoruz sanırım). Öyle devasa bir hayvan kendisi.
Şaşırtıcı olan, bu devasa cüssenin ufacık krillerle beslenmesi. Hani şu karidese benzeyen, kabuklu, mini mini deniz canlıları. Kril neredeyse mavi balina oraya gidiyor.
Dünya üzerinde mavi balinaların yakından izlenebileceği yerlerden biri Sri Lanka’nın güneyindeki Mirissa açıkları. Her yıl Mart ve Nisan aylarında buraya gelen mavi balinalar, tahminen 270 civarında bireyden oluşan Kuzey Hint Okyanusu grubuna mensup. Dünya sularına yayılmış toplam nüfuslarının da, tam bilinmemekle birlikte, 10.000 civarında olduğu tahmin ediliyor. Söylemeye gerek var mı bilmiyorum, türleri tehlikede, dolayısıyla koruma altındalar. 1960’lardan beri avlanmaları yasak. Buna rağmen, nüfuslarının arttığına dair elde kanıt yok.
İşte bu özel ve kıymetli canlıları kendi gözlerimle görebilmek bu seyahate çıkmamın en önemli sebebiydi. Koronavirüs izin vermedi buluşmamıza. Teselli için kendimi yeşillikler içindeki otelimizde manolya ağaçlarının çevrelediği havuza attım. Gözlerimi kapatıp mavi balinayla birlikte yüzdüğümü hayal ettim. Bu kez olmadı koca dostum, ama bakarsın bir dahaki sefere ben de suda olurum, hatta belki su altında? İşte bu hayaldir beni Sri Lanka’ya tekrar getirecek olan.
Dambulla Mağarası
Ertesi gün Sigirya’nın biraz güneyinde yer alan Dambulla Mağarası’nı ziyaret ettik. Burası aslında tek bir mağara değil, 150 m enindeki büyük bir kayanın altına oyulmuş beş ardışık mağaradan oluşuyor. Farklı büyüklüklerdeki bu beş mağaranın her birinin içi duvar ve tavan resimleriyle, irili ufaklı yüzelliden fazla Buda, birkaç tane de kral-kraliçe heykeliyle tıka basa dolu. Mağaralar MÖ 1.yy’dan MS 10.yy’a kadar uzanan çok geniş bir zaman diliminde oyulup süslenmiş. 1991’den beri Unesco Dünya Mirası Listesi’ndeki Dambulla Mağarası hem turistlerin ziyaretine açık, hem ibadet yeri olarak kullanılmaya devam ediyor.
Kandy
Mağaradan sonra yolumuz Kandy’ye uzandı. Şehre girmeden önce bir baharat bahçesini ziyaret ettik. Bir zamanlar İpek Yolu üzerinden Araplar’ın, daha sonra Portekizliler’in, Hollandalılar’ın ve nihayet İngilizler’in çuval çuval ticaretini yaptığı zencefil, kakule, tarçın, zerdeçal, karanfil, kırmızı ananas çiçeği, aloe vera ve daha onlarca baş döndürücü kokulu bitki içinde kendimizi kaybettik. Uyandığımızda biri şakaklarımıza masaj yapıyordu. Şaka şaka. Tüm masajlarda ayıktık. Kimimiz ayaklarını ovdurdu, kimimiz kaz ayaklarını. Tüm bu bitkilerden elde edilen yağlar hakkında da bir sürü not tuttuk. Dönüşte aktar açacağız. Aylak aktar.
Korona virüsünün ilacını bulmuşuz gibi, bohçalarca baharatı alıp terkimize attıktan sonra Kandy’de kalacağımız otele vardık. Turistlere mesafeli yaklaşan diğer işletmeler yerine burada otelin yöneticisi gelişimiz şerefine küçük bir karşılama seremonisi yaptı ve her birimize teker teker mum yaktırdı.
Kandy hoş, tatlı bir şehir. Ertesi sabah gün yüzüyle ilk kez görünce hepimiz pek sevdik. Şehrin ortasında yer alan insan yapımı göl ve gölü çepeçevre saran ağaçların gölgesinde uzanan yürüyüş yolu hem sukunet, hem serinlik vermiş Kandy’nin çehresine. Hava da güneşli olunca kendimi bir sayfiye kasabasındaymış gibi hissettim. Yalnız ağaçlara biraz dikkatli bakınca dallara tepetaklak asılmış yarasaları görüp irkildim. Tam da korona virüsü yarasalardan mı insana geçti derken oldu mu şimdi? Kaç kaç kaç!
Kutsal Diş Tapınağı
1988’den beri Unesco Dünya Mirası Listesi’nde bulunan Kandy şehri Sri Lanka’nın en mühim dini mekanına ev sahipliği yapıyor: Kutsal Diş Tapınağı. Buda’nın gerçek bir dişinin Hindistan’dan Sri Lanka’ya getirildiğine ve bu tapınakta korunduğuna inanılıyor.
Rivayet o ki, Buda öldükten sonra bir dişi kutsal emanet olarak saklanmış. Kutsal emanetin koruyuculuğunu kral yaparmış. Buda’nın dişi de yüzyıllarca kraldan krala aktarılmış. Derken bir gün Hindistan’da karışıklıklar baş gösterince zamanın kralı en büyük kızına dişi verip Sri Lanka’ya kaçmasını emretmiş. Kız dişi saçlarının arasına saklamış, yoksul bir köylü kılığına girerek adaya gelmiş. Sık sık yer değiştirdikten sonra nihayet ülkenin ortasında ulaşımı pek kolay olmayan bu dağlık bölgeye gelmiş. Burada dişin saklanacağı bir tapınak inşa edilmiş. O gün bugündür Buda’nın gerçek dişi buradaymış.
Diyeceksiniz ki, saklanan Buda’nın gerçek dişi olsa ne olur, takma dişi olsa ne olur? İnanış o ki, Buda’nın dişini elinde tutan kişi ülkeyi yönetme kudretine de sahip olurmuş. O yüzden Buda’nın ölümünden itibaren tüm krallar, prensler, onların rakipleri, bir yerleri yönetmeye talip olanlar, hatta İngiliz sömürge yöneticileri bile ne yapıp edip bu dişi ele geçirmeye çalışmışmış.
Bu hikayede benim hoşuma giden detay, dişin peşine düşen ahalinin tamamının erkek, onu kaçırıp saklayan ve bulunmasını önleyenin ise kadın olması. Meşhur filozof Beyoncé ne demiş: Who run the world? Girls!
Dünyayı kimin yönettiği tartışılır tabii, fakat Sri Lanka’yı bugün kesinlikle kadınlar döndürüyor. Ülke ekonomisi üzerinde muazzam bir etkileri var. Şu anda Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt ve Katar’da 1.9 milyona yakın Sri Lankalı çalışıyor. Bu rakam Sri Lanka’nın çalışan nüfusunun dörtte birine eşit. Bunların %85’i kadın. Evlerde hizmetçi, dadı ya da hasta bakıcı olarak çalışan bu kadınlar kazandıkları parayı ailelerine gönderiyor. Bu para, Sri Lanka ekonomisinin turizmden sonraki ikinci büyük döviz girdisini oluşturuyor. Ne o dünyaca meşhur çay endüstrisi, ne tekstil, ne tarım, ne madencilik… Hiçbiri bu kadınların emeği kadar yer tutmuyor ülke ekonomisinde. Rakam vermek gerekirse, Sri Lanka GSMH’sinin %8’inden (2017) bahsediyoruz. Beyoncé bu kadınları klibinde oynatsa yeridir. Who run Sri Lanka? Definitely girls!
Dişli kadınlardan Diş Tapınağı’na geri dönelim. Tapınak beklediğimdan daha büyük bir yer çıktı. Burası aslında Kandy Krallığı’nın sarayı. Farklı fonksiyonlara sahip birden fazla binadan oluşan, bugünün moda deyimiyle bir çeşit külliye. Kutsal dişin bulunduğu kutu külliyenin ikinci katında her gün 15 dakika boyunca ziyarete açılıyor. Görmek sadece uzaktan ve koruyucu camlar arkasından mümkün. Önünde oluşan kuyruğu görünce hayrete düştüm. Kuyrukta vakit harcamaktansa üç Sri Lankalı’nın sergilediği geleneksel bir davul gösterisini izlemeyi tercih ettim. En azından onların gerçek ve epey orijinal olduğu kesindi.
Çay ülkesi Nuwara Eliya
Tapınağı ziyaret ettikten sonra Kandy’den ayrılıp Nuwara Eliya yoluna düştük. Nuwara Eliya ülkenin en yüksek, en ıslak, en yeşil ve en çaylı bölgesi. Küçük İngiltere deniyormuş buraya. Bence hiç gerek yok, kendi adı gayet güzel.
Çay plantasyonlarının tepeleri sarıp sarmaladığı Nuwara Eliya’da bir çay fabrikasını ziyaret ettik. Sri Lankalı bir hanım tane tane konuşarak fabrikayı gezdirdi ve çay yapraklarını kurutma, kesme, havalandırma, fermete etme işlemlerini tek tek nazikçe anlattı. İşleme sahasını bitirince çay tarlalarına bakan balkona tadım yapmak üzere yerleştik.
Tam bir siyah çay tutkunu olarak Sri Lanka’da hevesle beklediğim aktivitelerden biriydi bu tadım. Sırayla gelen birkaç farklı çayı tattık. Beyaz çay, gümüş çay, yeşil çay bana göre değil ne yazık ki. Normal hayatımda da bu çayları çok ender tüketirim. Merak ve açıkfikirlilikle hepsini denesem de, tattığım çayların hiçbiri benim damak zevkime uymadı. Gerek fermentasyon seviyesi, gerek demleme süresi hissetmek istediğim yoğunluktaki aromayı aktarmaktan uzaktı. Çay dediğin tavşan kanı olur. Dedim ve yine de gidip bir paket halis Seylan çayı satın aldım! Kimbilir, belki evde ben demleyince her şey çok güzel olur?
Ramboda Şelalesi
Çay faslını bitirince Ramboda Şelalesi’ni görmeye gittik. Kuraklık yüzünden suları azalmış şelalenin önünde tam fotoğraf çekerken yağmur atıştırmaya başlayınca şelale adına pek sevindik, ama indiğimiz merdivenleri fazla oyalanmadan da geri çıktık.
O gece otelimize döndüğümüzde üç gün sonraki dönüş uçuşumuzda anormal bir rötar olduğunu fark ettim. Aktarma süremiz birdenbire 15 saate çıkmıştı. O kadar saat beklemek çekilir şey olmayacaktı doğrusu. B planı olarak, Qatar biletimizi iptal edip THY ile direkt dönmeyi düşünsek iyi olabilirdi. THY’nin uçuşlarını durdurmasının da eli kulağındaydı.
Ertesi sabah Nuwara Eliya’nın sokaklarında yürüyerek şehir turuna çıktık. O sabah temasa geçtiğim Kolombo’daki Türk Büyükelçiliği konuyu araştırıp beni geri arayınca ortaya çıktı ki, Qatar rötar falan yapmamıştı. Resmen duyurmamışlar, ancak uçuşu iptal etmişlerdi. Havalimanına gittiğimizde öğrenecektik. Korona günlerinin ikinci cilvesi.
Ben gezginin zeki, çevik ve yerel simkartlısını severim. Hemen telefonlarımızı çıkarıp bizi İstanbul’a uçuracak THY biletlerini (gayet makul bir fiyata) satın aldık. Qatar biletlerimiz için de iade talebinde bulunduk. Ve kaldığımız yerden Nuwara Eliya’nın Küçük İngiltere lakabını almasına neden olan koloniyel binalarla dolu sokaklarını gezmeye devam ettik.
The Hill Club
Nuwara Eliya’nın görmeye değer yerlerinden biri, sömürgecilik döneminde Sri Lanka’da kahve ve çay üretimi yapan bir grup İngiliz ve İskoç’un 1876’da bilardo oynayıp içki içmek için kurduğu The Hill Club. Yeşil bir tepecik üzerinde yer alan The Hill Club, neredeyse yüz sene boyunca sadece Avrupalı erkeklerin üye olabildiği bir “centilmenler kulübü”ymüş.
Kolonyel kurum deyince zihninizde canlanan bir fotoğraf, bir film karesi varsa, işte o tam olarak burası. Günümüzde otel olarak kullanılan binası 1930’larda inşa edilmiş. Halen üyelikle işleyen bir kulüp olarak hizmet veriyor ve akşam yemeğinde ceket-kravat zorunluluğu var. Bilardo odası, okuma odası, yemek odası gibi bölümlerdeki mobilyaların önemli bir kısmı ağır maun ahşaptan. Görünürde her yer temiz olsa da odalarda eski bir toz kokusu hissediliyor. Koridorlarda 1899’dan beri kulübe başkanlık yapmış beyefendilerin fotoğrafları asılı. Neyse ki, son elli yılda çehreler epey yerlileşmiş. Ama henüz aralarında bir kadın yok.
Hava da çok güzel olunca iyi biçilmiş çimlerin uzandığı bahçeye kendimizi atıp sabahın erken saatlerinde olmamıza rağmen birer içki söyledik ve kadehlerimizi tokuşturduk: İyi ki geldik Sri Lanka’ya!
Nanu Oya’dan Ella’ya tren yolculuğu
İçkilerimizin son yudumlarıyla iyice gevşemiştik ki, yakalamamız gereken bir trenimiz olduğunu hatırladık. Nanu Oya istasyonu, rotası Sri Lanka’nın çay plantasyonları arasında geçen tren yolculuğumuzun başlangıç noktasıydı. Ella’ya kadar yolculuk ikibuçuk saat sürdü.
Ben bu rotayı anlatıldığı kadar etkileyici bulmadım açıkçası. Manzaralar güzeldi elbette. Fakat bu yolculuğu vagonlardan sarkarak fotoğraf çekenlerin instagram’da meşhur ettiği çok açık bana kalırsa. Kıyaslamak icap ederse, Uganda’nın güneyindeki çay plantasyonlarının çok daha etkileyici olduğunu ya da Alaska’da Anchorage’dan Seward’a giden trene binenin manzaraya hayran kalacağını iddia edebilirim. Ella treniyle ilgili beklentinizi çok da yükseltmeyin.
Adem Tepesi (Adam’s Peak) ve 9 Kemerli Köprü (9 Arch Bridge)
Ella’da inince güneşin batışını izlemek için Adam’s Peak‘e tırmandık. Çünkü her gün yüzlerce basamak inip çıkmazsak eksiklik hissediyoruz! Manzaranın tadını çıkardıktan sonra, biraz önce indiğimiz trenin geçmesi için Birinci Dünya Savaşı yıllarında inşa edilmiş, Sri Lanka’nın simgelerinden biri olan 9 Kemerli Köprü’ye gittik. İngilizler savaş patladığında köprü için ayrılan çeliği alıp gidince Sri Lankalılar köprüyü sadece tuğla, çimento ve taşla, bir başka deyişle hiç metal aksam kullanmadan bitirmiş. İçinde bulunduğu manzaraya çok yakışan, son derece zarif bir köprü.
Bu arada, Sri Lankalılar virüsü ülkelerine taşıyan turistlere, yani bize mesafelerini biraz artırdı. Asya ülkelerinde görmeye alıştığımız sıcak, cana yakın jest ve davranışların azaldığını fark etmememek olanaksızdı. Yavaş yavaş turistlere hizmet veren lokantalar kepenk indirmeye başladı. Öte yandan yerel halkın alışveriş ettiği meyve satan yol üstü tezgahlarında, marketlerde, tatlı tuzlu hamur işleri satan fırınların önünde bir yoğunluk görülüyordu. Halk gelmesi muhtemel bir sokağa çıkma yasağına karşı hazırlık yapıyordu.
O akşam kalacağımız otelin kapandığı haberini aldık. Basbayağı kapanmış. Bize başınızın çaresine bakın dediler. Korona günlerinin üçüncü cilvesi. Malumunuz, biz Türkler bu gibi durumlarda kıvrak olmak ve çözüm üretmek konusunda yüksek lisans yapmışızdır. Krizler bize vız gelir. Başka bir otele gittik.
Yala Milli Parkı’nın yakınlarındaki yeni otelimize giderken geçtiğimiz yol yaşam alanlarını ortadan kestiği için gece vakti fillere rastlamamız sürpriz olmadı. Yine de fazlasıyla heyecanlanıp çığlık atmak suretiyle ilk gördüğümüz fili kaçırmayı başardık. İkincisi, bizi görür görmez yaldır yaldır üzerimize koşunca şoförümüz gazlayıp kaçmayı uygun gördü. Meğer genç ve kızışmış bir erkek filmiş o. Karanlıkta minibüsümüzü uygun bir dişi olarak bellemiş. Az daha tecavüze uğrayacaktık. Koronavirüsten kaçabilen turistler fil altında kalıp ezildi diye haberlere çıkardık artık.
Mirissa ve Weligama
Güney sahillerine inip biraz deniz, kum, güneş keyfi yapmanın vakti gelmişti artık. Ertesi sabah Mirissa’ya giderken bir instagram noktası haline gelmiş Coconut Hill’e uğradık. Böyle yerlerin hiçbir zaman fotoğraflarda yansıtıldığı gibi olmadığını görünce siz de hayalkırıklığına uğruyor musunuz? Hayalkırıklığımı güzel Mirissa sahillerinde yüzüp kumsallarda yuvarlanarak attım, ne yapayım?
Son günümüzde programımız yoğundu. Önce Weligama’da kısa bir mola verdik. Burası dalga sörfü sevenlerin adresi, kumsal boyunca sıra sıra dizili onlarca sörf okulu bulabilirsiniz. Aynı zamanda, Steve McCurry’nin meşhur ettiği sırık üzerinde avlanan geleneksel balıkçılar da bu sahillerde. Tek farkla, artık balık yerine fotoğrafçı avlıyorlar. Balık artık modern yöntemlerle avlanıyor, fakat sırıklar hala suda. Uzaktan bir kamera göründü mü en yakındaki gölgelikten birkaç baş dışarı uzanıyor. Fotoğraf çekmek isteyenlerden fahiş bir ücret istenip sırıkların üzerine çıkıp poz veriliyor. Poz verenlerin sahiden (en azından bir zamanlar) balıkçı olduğu bile şüpheli bana sorarsanız.
Galle
Weligama’yı arkamızda bırakıp Galle’ye yöneldik. Öteden beri Sri Lanka ile deniz ticareti yapan Araplar’ın adadan aldığı baharatlar Galle limanından gemilere yüklenirmiş. Şehrin 1988’de Unesco Dünya Mirası Listesi’ne girmesine neden olan kaleyi ise 16.yy’da buraya gelen Portekizliler inşa etmiş. Sadece Sri Lanka’da otuzbin kişinin ölümüne yol açan 2004’teki tsunami, tüm güney kıyısının üzerinden dümdüz geçmesine rağmen Galle’deki kale, sur ve hisarlar hala ayakta. 18.yy’da gelen Hollandalılar’ın şehrin ticari büyümesine katkısı çok olmuş, Galle altın çağını bu dönemde yaşamış. İngiliz sömürgeciliği döneminde de bugün gördüğümüz tipik koloniyel mimarideki binalar ve Anglikan Kilisesi inşa edilmiş. Sur içindeki yapıların büyük bölümünün halen Avrupalılar’a ait olduğunu öğrenmek hiçbirimizi şaşırtmadı.
Normalde turistlerin çok rağbet ettiği bir yer Galle. İrili ufaklı sevimli restoranlar ve hediyelik eşya dükkanlarıyla dolu, bütün gününüzü sokaklarında aylak aylak dolaşarak geçirebileceğiniz tatlı bir kıyı şehri. Fakat biz oradayken bomboştu. Bom-boş. Korona endişesi elle tutulabilir düzeye biz Galle’deyken erişti denebilir. Boş sokaklarına hüzünle baktığımız Galle’den ayrılıp Kolombo’ya doğru yollandık ve akşamüstü havalimanına vardık.
Ayrılırken…
Adayı baştan başa dolaştığımız, sabunlu, kolonyalı, köpük köpük ve mis kokulu seyahatimiz sağlıklı ve mutlu bitti. Her an bir cilveye, bir sürprize gebe yolculuğumuzun sonunda kendi payıma ayrılıkçı Tamil gerillalarının altına Sri Lanka ’ya dair hatırlanmaya değer epeyce yeni madde eklediğimi söyleyebilirim.
Ne kadar süreceğini bilmediğimiz uzun bir zaman dilimi için, yapabildiğimiz tek seyahat olarak hatıralarımızda yer alacak Sri Lanka. İyi ki gitmişiz!