Dünyanın En Büyük Sualtı Göçüğü: ‘The Great Blue Hole’

belize

‘Selam. Nasıl gidiyor?’ diyor yanımda oturan Amerikan aksanlı, yakışıklı adam. ‘Adım Christopher…’ Cümlenin gerisini getiremiyor, çünkü o anda kalçalarımız oturduğumuz metal sıradan 20 cm kadar havalanıyor. Olanca ağırlığımızla yerimize geri düşerken kafalarımızı birbirine çarpıyoruz. Gelecek vaadeden flörtöz sohbetimiz böylece başlamadan acılar içinde son buluyor.

Karayipler Denizi’nde, Belize karasularında, büyük bir dalış teknesinin içindeyim. Büyük deniz araştırmacısı Jacques Cousteau’nun dünyanın en iyi on dalış noktasından biri ilan ettiği ‘The Great Blue Hole’a [1] gidiyorum. Korkutucu dalgaların üzerinde bir hayalin peşindeyim. Bir gün gerçekleşebileceğini hiç zannetmediğim, hatta unutup gittiğim bir hayalin peşinde…

Uyarmışlardı. Bir gün önce dalış için kaydımı yaptırırken konakladığım Caye [2] Caulker adasından Blue Hole’a kadar gideceğimiz yolun iki saat süreceğini ve deniz şartlarının sert olacağını açık açık söylemişlerdi. Yıllardır çeşitli denizlerde dalmanın getirdiği kendini beğenmişlikten olsa gerek, bu uyarılar benim bir kulağımdan girip hiç oyalanmadan diğerinden çıkmıştı. Gerçi uyarıları dikkate almış olsam ne değişecekti, ne önlem alacaktım sanki, onu da bilmiyorum.

Sabah saat altıda adanın doğu tarafındaki derme çatma iskelelerden birinde toplandık. Blue Hole’a gitmek isteyen, büyük çoğunluğu sırtçantalı gezginlerden oluşan grup bir süre iskelede bekledikten sonra bizi almaya gelen büyük sac tekneye bindik. Dalgalar neredeyse kıyıdan ayrılır ayrılmaz başladı.

Hayatında deniz tutması nedir bilmemiş ben bile çok kötü hissediyorum. Oturduğum yerde bir yandan kendimi sabitlemeye çalışırken bir yandan gözlerimle fıldır fıldır ufuk çizgisini arıyorum. Bir görünüp bir kaybolan çizgiyi gözümün önünde tutmak imkansız. Tekne dalgaları kafadan alıyor. Her dalgayla önce arşa yükselip sonra gümbür gümbür denize düşüyoruz. Koskoca tekne öyle sallanıyor ki, insan değil süt olsak çoktan tereyağı olmuştuk. Ve bu durum kaptanımızın hiç de umurundaymış gibi görünmüyor. Hayretler içinde kaptanın mürettebattan biriyle dümen başında gayet rahat, kahkahalarla sohbet ettiğini görüyorum. Oysa teknedeki otuz beş, kırk yolcunun her biri kendini bir köşeye atmış vaziyette. Bir kısmı teknenin tam ortasında yere canyeleklerini serip üzerine yatmış, teknenin tabanıyla bütünleşerek yalpalamaları nispeten daha az hissetmeye çalışıyor. Bir kısmı oturduğu yerde kafasını geriye yaslamış, gözlerini kapatmış, etrafını görmezse kendine hakim olabileceğini düşünerek dağılmadan yolu bitirmeye çalışıyor. Bazılarıysa çoktan teslim olmuş, teknenin arkasına koşmuş, denize sarkarak midelerini boşaltıyor. Harika bir deneyim yaşamaya gider gibi bir halimiz yok doğrusu.

Bu yol nasıl bitecek diye düşüne düşüne bir saati deviriyor ve Turneffe isimli atole [3] ulaşıyoruz. Yolumuzun tam yarısında bulunan bu mercan adasının koruyuculuğuna sığınarak on beş dakika mola veriyoruz. O kısacık sakinlikte herkes kendisini toparlamaya çalışıyor. Tekrar yola koyulduğumuzda içimde kabaran ‘yeneceğim seni ey Karayip Denizi’ duygusuyla ufuk çizgisini yakalayıp yolun sonuna kadar bırakmıyor gözlerim.

Bu seyahate çıkışım ve yolun beni buralara kadar getirmesi bir dizi tesadüf sonucu gerçekleşti. Bu tekneye ayak basmadan önceki ilkbaharın son günlerinden birinde, iki yakın arkadaşım Birant ve Zehra ile İstanbul’daki evimde oturmuş çene çalıyor, fotoğraflarını gördüğümüz Kosta Rika’nın bulut ormanlarından bahsediyorduk. Bu büyüleyici ormanların çiçeğinden böceğinden ziyade merakımızı gıdıklayan konu ziplining denen aktiviteydi. Yüksek ağaçlar ya da vadiler arasına gerilmiş çelik halatlar üzerinde bir uçtan bir uca kaymak diye özetlenebilecek ziplining, hem çok eğlenceli, hem heyecan dozu yüksek bir eylem olduğundan aklımızı çelmişti. Yapmalıydık bunu. Sohbet koyulaştıkça Kosta Rika’yı görme arzusu yerini daha cesur bir fikre bıraktı. O kadar yol gitmişken neden tüm Orta Amerika’yı boydan boya geçeceğimiz bir yolculuğa çıkmıyorduk ki? Bizi tutan mı vardı? Aksine, üçümüzün de hayatının en özgür dönemiydi. Ne ofisli mesaili bir çalışma düzenimiz, ne evde bekleyen eşimiz ya da çocuğumuz vardı. Ertelemek için sebep yoktu elimizde. Hayat akıp gidiyordu. Şimdi yapmazsak ne zaman yapacaktık? Aniden karar verdik ve bilgisayarı açıp bizi yedi haftalık bir seyahate çıkaracak uçak biletlerini alıverdik.

Sürpriz kararımızın şaşkınlığıyla evlerimize dağılmadan önce, her birimizin Orta Amerika’da yapmak istediklerini listelemesine karar verdik. Birkaç hafta sonra listeleri birleştirmek için buluştuğumuzda benimkinin en tepesinde ‘Blue Hole’ yazıyordu.

O ortası kopkoyu lacivert, çevresi açık renkli halkanın fotoğrafını ilk ne zaman gördüm hatırlayamıyorum. Çocuk muydum, yoksa yetişkinliğe adım atmış mıydım? Bir bilgisayarın ekran koruyucu görseli miydi? Yoksa bir coğrafya dergisinin kapağında, bir kartpostalda ya da bir turizm posterinde miydi? Bilmiyorum. Fakat nasıl uzak, nasıl da ulaşılmazdı! Anca maceraperest kaşiflerin gidebildiği, belgesellerde görülebilen yerlerden biriydi. Sıradışı ve olağanüstüydü. Her nerede ve ne zaman karşılaştıysak, o görüntüyü ulaşılmaz bir hayal olarak kodladım ve zihnimin üst raflarında bir yere kaldırdım. Taa ki liste çıkarmak için Orta Amerika’nın haritasını karşıma aldığım güne kadar… Haritaya bakarken o görüntü geçmişin derinliklerinden çıkıp gözümün önünde tekrar belirdi. Sahi neredeydi o acayip delik? Gidebilir miydim acaba? İnternette kısa bir arama yapmam yetti. Listemin 1 numarası belliydi artık. Zihnimin kıvrımlarında yıllarca benden bile habersiz beklemiş bir hayal işte bu kadar ani, bu kadar kendiliğinden, bu kadar kolay hayal olmaktan çıkıp somut bir seyahat planına dönüşüverdi.

Belize’ye komşusu Honduras’ın büyük şehirlerinden San Pedro Sula’dan tek yön bileti aldığımız pırpır bir uçakla geldik. Bizden başka iki yolcusu bulunan minik uçağımız ödediğimiz mütevazı bilet parasının karşılığında bizi yaklaşık bir saatte Belize City’ye götürmekle kalmadı, yol boyunca Karayipler Denizi’nde bir gerdanlık gibi sereserpe uzanan Belize Bariyer Resifi’nin üzerinde uçarak bize muhteşem manzaralar sundu. İstesek böyle bir turu kolay kolay ayarlayamazdık sanırım. Sayılmayacak kadar çok kumul, irili ufaklı atol, suyun bazen üzerinde bazen altında kalan mercan kayalığı ve mavinin her tonunda deniziyle tam 300 km boyunca uzanıyor Belize Bariyer Resifi. Bu ölçüsüyle Avustralya Büyük Bariyer Resifi’nden sonra dünyanın ikinci büyük resif sistemi. Hipotize olmuş gibi, gözlerimi alamadan seyrettim doğanın bu görkemli marifetini.

Belize City havaalanına inmemizle kendimizi başka sırtçantalı gezginlerle birlikte bir minibüse doluşmuş limana giderken bulmamız bir oldu. Limandan kalkan ilk tekneye atlayıp Caye Caulker’a yollandık. Caye Caulker bir uçtan bir uca on beş dakikada yürünebilen, ince uzun bir kara parçası. Palmiyelerin gölgesinde bile yakan güneşin sıcaklığını Atlantik’ten deli deli esen rüzgarlar dengeliyor. Adaya varır varmaz kendimize bir hostel bulduk, sonra dalış merkezleri arasında bir tur atarak fiyatlar hakkında fikir sahibi olduk. Cousteau tarafından dünyanın en iyi dalış noktalarından biri ilan edilince dalmanın etiketi de ona göre konmuş. Hayatımda verdiğim en yüksek dalış ücreti olan 200 Amerikan Doları’nı dalış merkezindeki elemanın ellerine titreyerek bıraktım. Her hayalin bir bedeli var tabii.

Blue Hole’a her gün dalış düzenlenmiyor. O yüzden kaydımızı yaptırdıktan sonraki birkaç günü hamaklarda tembel tembel sallanarak, taze hindistancevizi suyu içip Karayip rüzgarları saçlarımızı karıştırırken şekerleme yaparak geçirdik. Dalış günü geldiğinde sabahın erken saatlerinde yataktan fırlayıp derme çatma iskelenin yolunu tutmuştuk.

Tekne duruyor. Kafamı kaldırıp etrafa bakıyorum. Deniz koyu mavi. Hafif çırpıntılar, minik dalgalar var üzerinde. Güneş yakıyor. Çevremizde ikili, üçlü gruplar halinde birbirine bordalamış, çok sayıda dalış teknesi var. Aman Tanrım, ne kadar kalabalık burası böyle! Bu tekneleri yolda görmediğimize göre farklı adalardan, farklı yönlerden gelmiş olmalılar. Ambergris Caye’den, hatta Belize City’den…

Hevesle üst kata koşuyorum deliği görebilmek için. Fakat hayal kırıklığına uğruyorum. Bu seviyeden şekli de, büyüklüğü de anlaşılmıyor. Hatta tam olarak neresinde duruyoruz, ne tarafa doğru bakmalıyım, onu bile çıkaramıyorum. Sadece göz alabildiğine lacivert bir su var önümde. Koskoca bir çemberin deniz seviyesinden bakılınca kavranmasının imkansız olduğunu bizzat gözlemlemiş oldum. Dönünce soranlara bunu anlatırım artık. Havadan çekilmiş fotoğraflarla yetinmeye karar verip hazırlanmak üzere tekrar aşağı kata iniyorum.

 

Sualtı fotoğrafları internetteki çeşitli tanıtım sitelerinden alınmıştır. 

 

Aşağıda rehberler ekipman kuşanma talimatı verince ortalık ana baba gününe dönmüş. Herkes gördüğü ilk malzemeye saldırmış. Sanki dün dalış merkezinde malzemelerimizi belirleyip ayırmamışız, bu sabah tekneye gelince ayrı ayrı yerlere asmamışız ve bunu tekneye binen bütün dalgıçlar yapmamışız gibi… Koşup ekipmanımı, yani regülatörümü, dalış yeleğimi, paletlerimi ve maskemi belli ki onları pek beğenmiş birinin elinden kurtarıyorum. Yanımda getirdiğim kendi dalış bilgisayarımını da çantamdan çıkarıp koluma takıyorum.

Birlikte dalacağımız grup çok kalabalık, neredeyse yirmi kişi. Çoğunluğunun oldukça tecrübesiz olduğunu teknenin üzerindeyken bile fark edebiliyorum. Kısa bir brifing ile dalış hakkında bilgi veriliyor. Bu yirmi kişi üç rehberle dalacak. Madem üç rehber var, neden üç gruba ayrılmıyoruz, neden daha rahat bir düzende dalmıyoruz, anlayamıyorum. Şimdiye kadar beş yüz dalış yaptım, hiç bu kadar kalabalık dalış grubu görmedim. Birant ve Zehra ile aramızda konuşup üçlü buddy sistemiyle dalmaya karar veriyoruz. Yani üçümüz birbirimizin dalış eşi olacağız. Hiç tanımadığımız, fakat çok önemsediğimiz bir dalış noktasında içimizden birine acemi bir dalgıcın sorumluluğunu ve stresini yüklemeyelim şimdi. Rehberlerden birine, adı Russell olana gidip sertifika seviyemizi hatırlatıyor ve grubun en arkasından gelmek istediğimizi söylüyorum. ‘Tamam’ diyor Russell, ‘zaten ben de en arkada olacağım’.

Sakince ekipmanımızı kuşanıp suya girmeyi bekliyoruz. Brifing’e göre hızlı, derin ve kısa bir dalış olacak. Çok kısa. Sadece 25 dakika. Grubu kaybetmeyin diye defalarca uyarı geldiğine göre görüş mesafesi düşük olmalı. Oysa okuduklarıma göre Blue Hole’un içindeki suyun berraklığı dillere destandı. Biz öyle bir destan göremeyeceğiz anlaşılan.

Suya en son ben giriyorum. Tekneden deliğin ağzına kadar kısa bir mesafeyi yüzeyden yüzerek gitmemiz gerekiyor. Grup dalışın başlayacağı noktaya varmış, Russell  bana eliyle ‘hadi, hadi’ hareketi yapıyor. Birden içim sıkılıyor bu telaştan, bu aceleden. Dalış dediğin sakince yapılan bir aktivite olmalı. Bu hayhuydan, koşturmacadan dünyanın en benzersiz dalış noktalarından birinde olduğumu idrak edemedim henüz. Heyecanlanamadım. Sırtüstü dönüp başlıyorum palet vurmaya. Birkaç metre sonra tüpüm ‘dank’ diye bir şeye çarpıyor. Kabuğu üzerine ters dönmüş kaplumbağa gibi kalakalıyorum. Su yüzeyinin hemen altındaki bir mercan kayalığına çarptım. Başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Parmağımı dokundurmaktan bile imtina ettiğim bir mercanı tüpümle kırdım. Teknenin üst katından biri ‘dikkat etsene’ diye bağırıyor. ‘Uyarsaydın ya’ diye geri bağırıyorum. Gittiğim yönü yukarıdan açıkça görmene rağmen niye ikaz etmiyorsun be adam? Testi kırıldıktan sonra yol gösteren çok olur sözü kesinlikle evrensel bir tespit.

Dalışın başlangıç noktasına geldiğimde görüyorum ki, grup suyun altına inmiş bile! Birant, Zehra ve ben de birbirimize işaret verip dalıyoruz. Tahmin ettiğim gibi görüş mesafesi düşük, su oldukça bulanık. Birkaç metre alçaldıktan sonra durup üstümü başımı kontrol ediyor, tokalarımı sıkıştırıyorum. Birant’la OK işareti veriyoruz birbirimize. Zehra’ya dönüp bakıyorum, hala yukarıda. Bir-iki metre yükselip iniyor, yükselip tekrar iniyor. Kulağını eşitlemeye çalıştığını anlıyorum. Birant benden aşağıya sallanıyor, fakat onu görebileceğim bir derinlikte durup bekliyor. Bunu yaparak hem beni, hem de daha aşağıda benim göremediğim grubu kendi görüş mesafesi içinde tutmaya çalışıyor. Zehra kulağında hala sorun olduğunu işaret ediyor bana. Elleriyle konuşarak ‘tekneye dönüyorum’ diyor, ‘şnorkel yaparım ben, siz devam edin’. Birant birkaç metre daha derine inmiş, belli belirsiz seçebiliyorum artık onu. Biraz daha beklersem tamamen gözden kaybedeceğim. Zehra’nın böyle bir dalışı kaçıracak olmasına içim sızlıyor, ama yapacak bir şey yok. Üzülerek OK işareti veriyorum ona. Sonra suyun içinde amuda kalkmaya benzer bir hareket yapıyorum. Hızlı mesafe katetmek için başım aşağıda, ayaklarım yukarıda, apiko dalıyorum. Ciğerlerimdeki havayı dışarı verip birkaç kuvvetli palet vuruyorum. Dalış yeleğimi havayla doldurmadığım için olanca ağırlığımla, ok gibi iniyorum derine. Regülatörümden çıkan hava kabarcıkları gürül gürül ses çıkaran bir nehir gibi akarak önce yanağımı, sonra kulağımı yalıyor ve su yüzeyine ulaşmak üzere süratle terk ediyorlar beni. Hızım kesilmesin diye elimi burnuma dahi götürmüyorum, yutkunarak eşitliyorum kulaklarımı. Yarı yolda Birant’ı yakalıyorum, göz göze geliyoruz. Birlikte uzun yıllar, farklı koşullarda çok sayıda dalış yapmış olmanın verdiği güven var aramızda. Göz kırparak anlaşıyoruz. Nihayet grubun baloncuklarını görebiliyorum. Birkaç saniye içinde yakalıyoruz onları.

Teknenin üzerindeki telaş suyun altında da aynen devam ediyor. Rehberler tecrübesiz grubu disiplin altında tutmak için teyakkuz ilan etmiş durumdalar. Ellerindeki çelik çubukları tüplerine vurarak, içi minik bilyelerle dolu metal çıngıraklarını hiç durmadan sallayarak dalgıçları uyarıyorlar. Dalgıçlar da söz dinlemeyen küçük çocuklar gibi, sağa sola kaçmaya meylediyorlar habire. Bazıları yüzerliklerini sağlamakta güçlük çekiyor, bir yukarı bir aşağı oynuyor. O yüzden uyarıların ardı arkası kesilmiyor. Çın, çın, çın, çın, çın!.. Suyun altında bitmeyen bir gürültü!.. Bu ikonik yerde, bu eşsiz doğa fenomeninde, huşu içinde, meditatif bir dalış yapmayı düşlerken bulduğum ortama bak! Kafam resmen kazan oldu. Yiğit Özgür’ün karikatürlerinden biri geliyor gözümün önüne. Spiker konuğuna soruyor: ‘Müziği neden bıraktınız?’ Adam cevap veriyor: ‘Kafam şişti’. Kendimi o müzisyen gibi hissediyorum:

– ‘Blue Hole dalışını neden yarıda bıraktınız Sayın Dirgin?

– ‘Kafam şişti hanımefendi!’.

Dalışı yarıda bırakmaya elbette niyetim olmadığından grubun curcunasını görmezden gelmeye, rehberlerin patırtısına aldırmamaya ve dalışın tadını çıkarmaya karar veriyorum. ‘İlsu’ diyor kafamın içindeki ses, ‘an itibariyle dünyanın en büyük su altı çukurunun içindesin, ona göre. Kaçırma bu anı!’

Blue Hole hayranlık verici bir oluşum. Aslında bir çeşit cenote, Belize anakarasında ve Meksika’nın Yucatan Yarımadası’nda görülen türden bir sualtı göçüğü. Ancak bölgedeki cenote’lerden farklı olarak birbirine bağlı bir mağara sisteminin parçası değil. Tek başına, müstakil bir çukur.

Dünyada birkaç tane daha mavi delik var. Bahamalar’daki Dean’s Hole, Mısır’ın Dahab bölgesindeki Blue Hole, Avustralya’da Büyük Bariyer Resifi’nin bir parçası olan Blue Hole ve Çin Denizi’ndeki Dragon Hole gibi… Ancak bu büyüklükte ve böyle mükemmel yuvarlaklıkta olanı yok. Belize’dekini benzerlerinden ayıran işte bu: Çapı tam üç yüz metre! Yan yana üç futbol sahası kadar! Derinliği ise yüz yirmi metre, ki bu nedenle Belizeliler arasında adı haklı olarak ‘Dipsiz Kuyu’. Bu dipsiz kuyuda deniz canavarlarının yaşadığına inanılırmış.

Mavi delikler deniz seviyesinin bugünkünden birkaç yüz metre aşağıda olduğu buz devirlerinde oluşmuş. Dipten geçen buzul akıntıları kireçtaşından oluşan zeminin zaman içinde çözülmesine sebep olmuş. Buzulların altında büyük mağaralar meydana gelmiş. Zamanla mağaraların tavanları çökmüş, ardında derin çukurlar bırakmış. Buzullar eridikçe sular bu çukurları doldurmuş. Böylece bugün gördüğümüz mavi delikler ortaya çıkmış. Belize’deki Blue Hole’u oluşturan olayların yaklaşık on bin yıl önce, son Buz Devri’nde meydana geldiği düşünülüyor.

Kendime verdiğim talimatı dinleyip hareketlerimi yavaşlatıyorum, ağır çekime geçiyorum. Tek bir derin nefes çekip uzun uzun veriyorum. Kalp ritmim düşüyor. Birkaç saniyeliğine gözlerimi kapatıyor, kollarımı ve bacaklarımı iki yana açıyorum. Yerçekiminden kurtulmuş vücudumun uzay boşluğundaymış gibi suda asılı kaldığının ayırdına varıyorum. Üzerimdeki tonlarca deniz suyunun basıncı saatlerce masaj yaptırmışım gibi rahatlatıyor beni.

Gözlerimi açtığımda karşımda bir dizi devasa sarkıt duruyor. Vay canına, bunlar da ne böyle! Göçüğün yan duvarından içeri doğru girinti yapmış bir mağaranın, daha doğrusu uzun bir koridorun tavanından aşağı sarkan bir sürü sütun! Bazıları on, belki on iki metre uzunluğunda. Yanlarından geçen dalgıçların boyuyla kıyaslayınca dev gibiler.

Kolumu kaldırıp dalış bilgisayarıma göz atıyorum: 40 metre. Bu derinlikte geçirebileceğim yalnızca birkaç dakikam var, sonra yükselmeye başlamam gerekiyor. Sütunların arkasındaki koridora girsem mi diğer dalıcıların yaptığı gibi? Bunun bana vakit kaybettireceğine karar verip dış tarafta kalıyorum. Hem bu açıdan bakınca hepsini bir arada, arkadaki galeriyle birlikte görmek mümkün. Çok mağara ziyaret etmişliğim, çok sarkıt görmüşlüğüm, hatta cenote’lerde dalmışlığım var, ama hiç burası gibi bir yer görmedim. Yukarıdan çok az miktarda ışık süzülüyor. Ne zemini, ne sağı solu seçilebilen bir boşluktayım. Lacivert bir sisin içinden fırlayan yamuk yumuk, sosis gibi dev parmaklar bana dokunmaya çalışıyor sanki. Tuhaf, gotik bir atmosfer.

Blue Hole’u dünyaya tanıtan Fransız deniz bilimcisi ve araştırmacı Jacques Cousteau. 1960’lardan 70’lere kadar neredeyse on yıl boyunca yayınlanan, otuz küsur bölümlük ‘Jacques Cousteau’nun Su Altı Dünyası’ [4] isimli TV serisinin ‘Batık Mağaraların Sırları’ [5] isimli bölümde Blue Hole’u gemisi Calypso ile ziyaret eder. 1971’de yayınlanan bu bölüm, o güne kadar muhtemelen sadece kıtanın yerlileriyle İspanyol gemicilerin bildiği bu doğa harikasından tüm dünyanın haberdar olmasını sağlar.

Bakmayın bizim teknenin iki saat içinde Blue Hole’a gelmesine… Kaptan Cousteau’nun Calypso’yu buraya getirmesi kolay olmamış. Resifin zaman zaman yarım metreye kadar düşen sığ suları içinde karaya oturmadan ilerleyebilmek zor iş. Cousteau’nun ekibi iki gün boyunca atollerin arasında derinlik ölçüp, suya otuz iki adet işaret şamandırası atarak Calypso’nun geçebileceği yedi millik bir rota oluşturmuş. Bugün de Blue Hole’a ulaşmak için hala aynı rota kullanılıyor.

Cousteau, o günkü adıyla Britanya Hondurası [6] karasuları içinde yer alan Blue Hole’un sadece varlığını dünyaya duyurmakla kalmaz, bölgenin jeolojik tarihçesini açıklayan bilimsel araştırmalara da öncülük eder. Tavandan kopup zemine düşmüş dokuz metrelik bir sarkıtın sudan çıkarılıp Miami Üniversitesi’ne teslim edilmesi mavi deliklerin oluşum hikayesini aydınlatır. Değişik kesitleri alınıp incelenen sarkıtın parçaları zaman içinde kaybolduysa da, elde kalan son dilim yaklaşık elli sene sonra kendisini Frankfurt’taki Goethe Üniversitesi’nde bulur. Günümüz teknolojisiyle üzerinde inceleme yapılması dünyanın iklim döngüleri hakkında paha biçilmez veriler elde etmemizi sağlar.

Blue Hole’da yapılan dalışlar Kuzey Amerika’daki tektonik plakaların hareketleri konusunda da bilgi verir. Hem de çok basit bir gözlem sayesinde: Calypso ekibi Blue Hole’a daldığında bazı sarkıtların on beş derece eğimli olduklarını fark eder. Oysa mümkün değildir böyle bir şey. Sarkıtlar tavanda biriken mineralli suların yerçekiminin etkisiyle aşağı doğru şıp şıp damlamasıyla oluşur. Değil on beş, bir derecelik eğim bile bir anormalliğe işarettir. Anlaşılır ki, son Buz Devri sırasında meydana gelmiş büyük depremler sebep olmuştur bu eğime.

Deliği bu kadar meşhur etmesine rağmen pek havalı ismini ona veren sanılanın aksine Cousteau değil, İngiliz dalgıç ve yazar Ned Middleton. Belize’de altı ay yaşayan Middleton, 1988’de yayınlanan Su Altında On Yıl [7] isimli kitabında ‘The Great Blue Hole’ ismini ilk kez kullanıyor. Middleton’a göre, ‘Avustralya’nın Büyük Bariyer Resifi varsa, Belize’nin de Büyük Mavi Delik’i var!’. 1996’da Blue Hole doğal anıt olarak Unesco Dünya Mirası Listesi’ne alınıyor.

Russell yanımıza geliyor. Grup yukarı çıkmaya başlamış, Birant’la bana da yükselmemizi işaret ediyor. Kolumu kaldırıp bilgisayar ekranımdan hala güvenli dalış sınırları içinde olduğumu gösteriyorum. Tamam diyor ve çıngırağını önümüzde yükselmekte olan dalgıçlara doğru sallayarak uzaklaşıyor. Birant grubu yakalamak için biraz hızlandı. Benimse buradan çıkasım yok. Şöyle bıraksalar da çemberi çepeçevre turlasam. Duvarları incelesem, sarkıtların arasında gezsem, galerileri dolaşsam, slalom yapar gibi bir içeri bir dışarı girip çıksam… Gitmek istemiyorum. Anlatabildim mi? Hiç çıkasım yok. Yükselmeden önce son bir kez arkama bakıp vedalaşayım bari. Lacivert suya doğru dönüyorum yavaşça. Bulanık suda hareket eden bir karaltı var. Gözlerimi kısıyorum. Ne o?

Bir Karayip resif köpekbalığı. Derinlerden bana doğru kuyruğunu bir sağa bir sola kıvırarak yüzüyor. Kalp atışlarım hızlanıyor. Mutlulukla doluyorum, gülümsemeye başlıyorum. Sevdiğim biri beni uğurlamaya geldi sanki. Köpekbalığı ayak ucuma kadar yaklaşıp beni kolaçan ediyor. ‘Merhaba’ diyorum yüksek sesle. Ağzımdaki regülatör nedeniyle çıkardığım ses daha ziyade ‘moğobo’ya benzedi. Sese eşlik eden baloncukların uğultusu rahatsız ediyor hayvanı. Gerisin geri dönüyor ve lacivert suyun içinde kayboluyor. Giderken yarım tur geriye dönüp bana bakıyor tekrar. ‘Geldiğin için sağol’ diyorum, ‘söz, unutmayacağım seni.’

Kafamı kaldırıp Birant’a, Russell’a ve grubun geri kalanına bakıyorum. Sadece birkaç metre uzakta olmalarına rağmen, burunlarının dibine kadar sokulmasına rağmen, hiçbiri görmedi köpekbalığının bu kısacık ziyaretini.

Aniden kesik kesik öten elektronik bir ses kaplıyor etrafı. Bir rüyadan uyanır gibi silkiniyorum. Dalış bilgisayarım bana ayrılan sürenin sonuna geldiğimizi bildiriyor. Blue Hole’a veda zamanı. Sesi duyan Birant dönüp bana bakıyor. Sağ elimin parmaklarını birleştirip elimi doksan derecelik açıyla alnıma götürüyorum. ‘Nerede, hani?’ diyor ellerini ve gözlerini kocaman kocaman açıp. Derinleri gösterip ‘gitti’ diyorum. Hayatta göz açıp kapayıncaya kadar geçen o kısacık anlardan biriydi. Farkına varana kadar sona eren. Tadını alamadan biten. Yaşanıp yaşanmadığına dair insanı kendinden şüpheye düşüren. Geldi ve gitti.

Tekneye çıktıktan sonra Christopher’la karşılaşıyoruz. Çekinerek yanıma gelip ‘müthişti, değil mi?’ diye soruyor. ‘Efsaneler gerçekmiş, Dipsiz Kuyu’da deniz canavarları yaşıyor’ diyorum. Anlamayan gözlerle yüzüme bakıyor. Gülümsüyorum, ‘Evet, müthişti’ diye cevap veriyorum bu kez, ‘en sihirli dalış hayalim gerçek oldu’.

Artık eve dönebilirim.

 

 

[1] Büyük Mavi Delik

[2] Mercan kalıntıları üzerine kum birikmesiyle oluşan adacıklara verilen ad

[3] Halka şeklinde mercan adası

[4] Orijinal adı: The Undersea World of Jacques Cousteau

[5] Orijinal adı: Secrets of Sunken Caves

[6] 1981’de bağımsızlığın kazanılmasıyla Belize oldu.

[7] Ten Years Underwater, Ned Middleton, 1988

PAYLAŞ: