Bir Moğolistan Yolculuğu

mogolistan

Moğolistan yolculuğum uçağım Ulan Batur’a yaklaşırken pencereden uçsuz bucaksız yeşillikler içinde tek tük seçebildiğim beyaz ger çadırlarını görerek başladı. Bunca yıldır okuduklarım doğruydu galiba. Yıl olmuş 2018, fakat dünyada bazı insanlar modern hayatın kendilerine sunduğu seçeneklerin farkında olmasına rağmen, özgürlüklerini başkasının eline bırakmayı reddederek, göçebe bir hayat tarzını devam ettiriyorlardı.

 

Ulan Batur’a iner inmez gece gündüz iki haftayı birlikte geçireceğimiz, Moğolistan’ın altını üste getireceğimiz, ülke insanını ve kültürünü tanıma yolunda kendisinden eşsiz bilgiler edineceğimiz ve sonunda hayatının belki de en özel anına tanıklık edeceğimiz tatlı rehberimiz, küçük ve güleç insan Mala ile tanıştık. Mala’nın adı aslında Goomaral’dı, kısaca Maral. Aynen bizde olduğu gibi, ismi dişi geyik manasına geliyordu, fakat telaffuzu daha ziyade Marla gibiydi. Nedense Batılı turistler bu ismi telaffuz edemiyordu söylediğine göre, o yüzden ismini Mala diye kısaltmıştı.

 

ISSIZ ÜLKE

 

Moğolistan dünyanın yüzölçümü bakımından onüçüncü ülkesi. Çin ile Rusya arasına sıkışmış toprakları 1,6 milyon km2. Ancak aynı zamanda dünyanın en seyrek nüfuslu ülkelerinden birisi burası. Moğol nüfusu yalnızca 3 milyon. Düşünün, Türkiye’nin iki katı büyüklüğünde bir ülkede sadece 3 milyon kişi yaşıyor.

 

Mala 26 yaşında, Moğolistan’ın büyük şehirlerinden Erdenet’li bir genç kadın. Ulan Batur’da uluslararası ilişkiler okumuş, bir müddet Tayland’da ve Çince öğrenmek üzere Çin’de yaşamış. 18 yaşından beri yazları turist rehberliği yapıyor. Tanışır tanışmaz, bildiğim tanıdığım diğer Asyalılar’dan farklı olarak İngilizce’yi çok düzgün telaffuz edebildiğini ve gayet iyi düzeyde konuştuğunu duyup biraz şaşırıyorum. İlerleyen günlerde Moğolca ile ilişkim arttıkça anlıyorum ki, Moğollar’ın konuşurken dil, damak ve dişleri arasında çıkarabildiği ses çeşitliliği o kadar fazla ki, İngilizce telaffuz onlar için çocuk oyuncağı. Bizim dilimizin dönmediği harfleri, sesleri, vurguları var. Bu esneklik hemen her dili, fakat özellikle bizim gibi sesleri sadece ağzının ön bölümünde çıkaranların dillerini zorlanmadan taklit edebilmelerini sağlıyor.

 

Ulan Batur’daki ilk günümde şehrin en büyük meydanını şöyle bir gözden geçirip Ulusal Müze’yi geziyorum. Moğol tarihçesi ve kültürü hakkında hap gibi bilgilerle donanmak isteyenler için şiddetle tavsiye ediyorum bu müzeyi. Duvarlarda ortaokul tarih kitaplarımızdan aşina olduğumuz haritaları, üzerlerinde Hunlar’ı, Göktürkler’i, İlhanlılar’ı, çeşitli boyların ayrılmasını, tarihin ve insanların ilerleyişini görünce gece uçakta uyuyamamış gözlerim tüm yorgunluğuna rağmen açılıyor. İlgiyle, merakla, fakat hızla geziyorum müzeyi. Ardından otele gidip yorgunluktan devriliyorum.

 

Ertesi gün erkenden kalkıp yeniden havaalanı yoluna düşüyoruz. İstikamet, bir saat onbeş dakika süren kısa bir uçuşla ülkenin orta kuzeybatısındaki Murun! Bir önceki gece Ulan Batur’da bavullarımızı teslim ettiğimiz minibüslerimiz bütün gece yol alarak bizden önce Murun’a varmış, havaalanında bizi bekliyor. Uçaktan iner inmez muazzam bir ferahlık hissediyorum. Gökyüzü masmavi. Hava ılık, kuru ve taptaze. Araçlara binip Murun’un bir saat kuzeyinde yer alan Hövsgöl’e doğru yola koyuluyoruz.

 

 

GEYİK TAŞLARI

 

Hedefimize varmadan önce yol üzerinde ziyaret edeceğimiz, Unesco Dünya Mirası Geçici Listesi’nde bulunan önemli bir alan var: Uushgiin Uvur Geyik Taşları. Tahminlere göre Bronz Çağı’nın, yani MÖ 3000 ila MÖ 1000 arasındaki dönemin ortalarında bir tarihlerde, toplumun önde gelen kişilerinin ya da kahramanlarının anısına mezarlarına dikilen bu anıttaşlar ismini üzerlerindeki geyik motiflerinden alıyor. Kıvrım kıvrım boynuzlarıyla son derece estetik tasvir edilmiş, gruplar halinde göğe doğru uçan geyik figürleriyle dolu bu mezar taşları ağırlıklı olarak Sibirya’da ve Moğolistan’da bulunuyor. Şimdiye kadar yaklaşık 1200 adet geyiktaşı tesbit edilmiş, bunların 770 adedi Moğolistan sınırları içinde.

 

HÖVSGÖL

 

Geyiktaşlarını ardımızda bıraktıktan sonra, minibüs bir müddet asfaltta yol alıp ardından toprak yollara sapıyor ve hoplaya zıplaya ilerlemeye başlıyor. İnek, keçi ve püsküllü etek giymiş gibi duran, Tibet öküzü de denen yak sürülerini yararak, kalacağımız yer acaba şurası mı yoksa burası mı diye her gördüğümüz çadır topluluğuna ilgiyle bakarak, gölün hemen kenarında iki gece konaklayacağımız ger kampımıza varıyoruz.

 

Moğolistan’da belli başlı birkaç şehir dışında yegane konaklama alternatifi bizim yurt, Moğollar’ın ger dediği geleneksel göçebe çadırlarından esinlenerek oluşturulmuş kamplar. Ger çadırlar keçeden yapılıyor. Geleneksel desenlerde ve parlak renklerde boyanmış ahşap bir kapısı oluyor. İçinde iki ila dört adet yatak ve tam ortada bacası çadırın tavanından dışarı açılan bir soba bulunuyor. Kamplarda duş ve tuvaletler ayrı bir binada, ortak kullanılıyor.

 

Kampa yerleşir yerleşmez Moğolistan’ın beni çarpan ilk özelliğini fark ediyorum: Ses yok! İnanılmaz bir sessizlik var. Endüstriyel hiç bir ses olmayışı bir tarafa, ötücü kuş ve böceklerin de pek fazla olmadığını fark ediyorum. Uzakta gülüşen bazı çocukların, kişneyen atların sesleri geliyor. Fakat başka bir ses algılayamıyorum. Biri bana kulaklık taktı ve sesleri vakumladı galiba. Müthiş bir dinginlik ve rahatlık hissiyle doluyorum.

 

Gerlerimize yerleştikten sonra göl kıyısında yürüyüş yapmaya karar veriyoruz. Hövsgöl ya da Khuvsgul ya da Moğollar’ın telaffuz ettikleri şekliyle Hatgıl, bir tatlı su gölü. Özelliği, dünyanın en berrak sularından biri olması. Berraklık derecesi (böyle bir derecelendirme olduğunu ben de buraya gelince öğrendim) Baykal Gölü’nden sonra dünyada ikinci imiş. Kumsal yerine beyaz çakıl taşlarıyla kaplı uzun kıyı şeridi boyunca yürüyorum. Bu dar şeridin bittiği yerde yemyeşil çayırlar ve çam ağaçları başlıyor. Dipteki çakılların tek tek sayılabildiği cam gibi su, beyaz bulutlar, masmavi gökyüzü, yemyeşil ağaçlar… Sessizlikten, sakinlikten ve doğal güzellikten iyice şaşalıyor ve gördüklerimi hazmedebilmek için suya uzanmış bir ağaç kütüğüne çöküp kalıyorum. Bir şey diyeyim mi, Bob Ross gelse bundan güzelini zor çizer!

 

Ertesi sabah grupça at binmeye karar veriyoruz. Madem atalarımız at sırtında buralardan gelmiş, biz de at sırtında bir kolaçan edelim etrafı! Yeşillikler arasında yavaş yavaş yükselerek gölün büyük kısmını yukarıdan görebileceğimiz kayalık bir tepeye çıkıyoruz. Manzara öyle böyle değil, nefes kesici. Yüz milyon kare fotoğraf çekiyoruz.

 

Kampa döndükten sonra gölü bir de içinden görelim diyerek tekne tutuyoruz. Su seviyesinden göl bir başka güzel. Kaptanımız bu kez farklı bir koyda, yine pırıl pırıl sulara tepeden baktığımız bir kayalığa çıkarıyor bizi. Kameraların kartları doluyor, pilleri bitiyor artık.

 

DUKHALAR

 

Dukha Türkleri’nden ilk haberdar oluşum Selcen Küçüküstel’in önce Atlas’a, daha sonra Magma’ya yazdığı makaleler sayesinde olmuştur. Dukhalar Hövsgöl’ün kuzeyindeki tayga ormanlarında yaşayan ve ren geyiği yetiştiriciliği yapan bir halk. At sırtında iki günde varılabilen köylerinde Dukhalar’la aylarca vakit geçiren Küçüküstel, hepi topu 250-300 kişi kalmış bu halkın göçebe yaşam kültürü hakkında değerli bilgi vermesinin yanı sıra, dillerimiz arasındaki müthiş benzerliği de anlatmış, ortak kelimeleri bulup çıkarmıştı yazılarında. Dukhalar ren geyiklerinin etinden ve derisinden faydalanmanın ötesinde onları binek hayvanı olarak kullanıyorlar. Bir yerden bir yere göçerken eşyalarını yükleyip kendileri de üstlerine atlayıp yola koyuluyorlar. Yetiştirdikleri ren geyiklerinin de sadece 700 adet kadar kaldığı biliniyor. Özetle, kendileri de hayvanları da yok olma tehlikesi altında. Yaz aylarında gerek ticaret yapmak, gerek hayvanlarını otlatmak için sadece dört-beş haftalığına Hövsgöl kıyılarına iniyorlar.

 

İşte bu bir avuç kalmış halkın üyelerinden bir tanesiyle tanışma fırsatı bulduk Hövsgöl’de: Maya. Yazın göl kıyısına inmiş diğer tüm Dukha aileleleri bir önceki hafta tayga ormanlarına geri dönmüş. Ancak Maya ve 5 çocuğu, kurdukları çadırın önüne geyiklerinden ikisini bağlamış, göle gelen turistlerin geyikleri görüp durmasını ve çektikleri fotoğraflar karşılığında biraz para kazanmayı umarak göçlerini geciktirmişler. Maya’nın söylediğine göre, hava geyikler için fazla sıcakmış, o hafta içinde pılı pırtıyı toplayıp gideceklermiş onlar da. Biz de önce biraz geyiklerin fotoğraflarını çekiyoruz, ancak nakit para vermek yerine yanımızda getirdiğimiz bir torba mutfak erzakını hediye ediyoruz Maya’ya. Çok memnun olup çadırına davet ediyor bizi. Hemen peynir altı suyundan yapılma tuzlu krakerlerden ikram ediyor. Mala aracılığıyla sohbet ediyoruz. Biraz hayatını anlatıyor. Moğolca konuşuyor hep.

 

MOĞOLİSTAN’IN YOLLARI

 

Dördüncü gün Hövsgöl’ü ardımızda bırakıp yola koyulduğumuzda gerçek Moğolistan da yavaş yavaş yüzünü göstermeye başlıyor. Bu az insanlı, bol topraklı ülkede belli başlı şehirler (ki bunların başkent Ulan Batur haricindekileri bizim standartlarımıza göre kasaba sayılır) dışında asfalt yol yok. Yerleşim yerleri dışına çıkıldığında her yer bozkır, her yer step, her yer toprak, her yer alabildiğine çayır. Ya da bir başka bakış açısıyla, her yer yol. Bir Moğol deyişine göre ‘Her Moğol’un kendi yolu vardır’. Çünkü her isteyen her istediği yerden gidebilir.

 

Moğolistan’da temelde 4 tip araç var: Otomobil, minibüs, at ve motosiklet (motorlu at). Dışardan bakınca eniştemin doblosu gibi duran bizim minibüslerimiz de aslında canavar gibi 4 çeker arazi araçları. Moğolistan yolları benden sorulur edalı bizim bu Japon ya da Kore malı minibüslerin alternatifiyse yuvarlak farlı, animasyon film karakterine benzeyen eski Rus minibüsleri. Gri renkli bu minibüsler miyadını yavaş yavaş doldursa da, yıkılmadım ayaktayım diyenlerini, hem de pek çok sayıda, hala yollarda görmek mümkün.

 

(Burada bir parantez açıp geriye dönmek ve Ulan Batur trafiğinden söz etmek istiyorum. Şehirde İstanbul’a rahmet okutan, inanılması güç bir trafik keşmekeşi var. Bir km’lik yolu yarım saatte gidip saçınızı başınızı yolabilirsiniz. Bu kadar boş toprağı olan bir ülkede trafik tıkanıklığı yaşayabilmek de ayrı bir başarı elbette. Sorunun temelinde, komünist dönemde şehir planlaması yapılırken Ulan Batur’un bir gün halihazırdaki 1,3 milyonluk nüfusuna ulaşabileceğinin hayal edilememesi yatıyor. Bulvarlar, sokaklar çok dar inşa edilmiş. Park yeri ayrılmamış. Trafik ışıkları olmasına rağmen, ışıklar kullanılmayıp kavşaklarda trafik polisleri görev yapıyor. Keşke yapmasalar… Benim gözlemlediğim kadarıyla, işleri daha da arapsaçına çevirmekten başka işe yaramıyor salladıkları kollar.

 

Moğolistan trafiğinin bir başka özelliği daha var: Trafik bizdeki gibi sağdan akmasına rağmen, araçların yarısından fazlasının direksiyonu da sağda! İnanması zor, fakat Moğolistan’da bu konuda bir kanun, yönetmelik, düzenleme yok. Olmadığı için Japonya’dan ithal edilen ikinci el araçlar rahatça trafiğe çıkmış. Sağda oturan şoförün sollama yaptığını bir düşünün. Ortalık toz duman!).

 

Kırsala çıkar çıkmaz şoförlerimiz Şogi, Erukka ve Tohto’nın ne kadar yetenekli sürücüler olduklarını anlıyoruz. Moğolistan seyahatimiz boyunca bir kere lastiğimiz patlıyor, bir kere motorda bir parça kırıldığı için yolda kalıyoruz, bir kere de çamura saplanıyoruz (hem de çölde!). Her durumun içinden ustalıkla çıkıyorlar.

 

mogolistan

Direksiyon becerileri bir yana, hiçbir navigasyon cihazı, yol tabelası, işaret ya da pusula olmadan nereye gideceklerini bulmalarına, Moğolistan’da bulunduğumuz süre boyunca bir türlü akıl sır erdiremiyoruz. Uçsuz bucaksız çayırlarda ne yöne gideceklerini nereden biliyor bu adamlar yahu?

Hövsgöl’den sonra iki gün boyunca yol yapıyoruz. Bu upuzun, cep telefonlarının ve internetin çekmediği yolculuk hepimize iyi geliyor. Binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce koyun, keçi, inek, yak geçiyoruz. Başlarında çoban olmadan, nereden gelip nereye gittikleri belirsiz, otluyorlar da otluyorlar. Birbirinden kilometrelerce uzakta yerleşmiş ger’ler görüyoruz. Bazen bir tepeyi aştığımızda yelesi rüzgarda savrula savrula koşan at sürülerine rastlıyoruz. Tepelerin bir yüzleri hep ağaç, geri kalan kısımları çayır. Yeşil zaman zaman ton değiştirse de saatler boyunca kesintisiz devam etmesi uykumu getiriyor, minibüsün bütün sarsıntısına, çukurlara girip çıkmasına rağmen başım öne düşüyor. Bizim minibüste Erukka’nın durmaksızın çaldığı Moğol türküleri de ninni gibi geliyor bu yolculukta bana…

 

GÖÇEBELER

 

Moğolistan’ın 3 milyonluk nüfusunun %90’ı yerleşik düzene geçmiş olsa da yaklaşık 350.000 kişi göçebe yaşam kültürünü devam ettiriyor.

 

Moğolistan çok geniş topraklara sahip, ancak yüksek irtifa ve çetin iklim koşulları tarım yapmaya elverişli değil. Dokuz ay süren kış mevsiminde ortalama -20 derecede seyreden hava sıcaklığı kök bitkiler dışında fazla bir şey yetişmesine izin vermiyor. Moğollar diğer Asya halklarının aksine tarımla değil, hayvancılıkla geçiniyorlar. Ülkede 60 milyon kayıtlı hayvan var. Bu rakam göçebeler tarafından yetiştirilen keçi, koyun, yak, geyik, at ve develeri kapsıyor. Moğolistan’ın nüfusu her ne kadar 3 milyon olsa da, bir Moğol ile konuşurken ‘Bizim nüfus 63 milyondur’ diye espri yaptığını duyabilirsiniz. Bu hayvanların hepsinin etinden, sütünden, derisinden, tüyünden, kemiğinden faydalanılıyor. Hayvanlarının beslenebilmesi için bu 350.000 kişi her üç ayda bir yer değiştiriyor ve yeni otlak arıyor.

 

Hayvanların varlığı o kadar önemli ki, günlük hayatta iki Moğol karşılaştığında birbirlerine ‘Nasılsınız?’ demek yerine ‘Hayvanlarınız nasıl?’ diye soruyor. Konuşma ‘İyi bir yaz/kış mevsimi geçirdiler mi? Yeterince semirdiler mi? Sürünüz genişledi mi?’ diye devam ediyor. Bu kalıp öylesine yerleşmiş ki, şehirde doğmuş büyümüş, tek bir hayvanı bulunmayan bizim Mala dahi, başkentte selamlaşırken karşısındakine ‘Hayvanlarınız nasıl? diye sorduğunu, kendisinin de saygıyla ‘Benimkiler de iyi’ diye cevap verdiğini anlatıyor.

 

Maya’dan sonra üç ailenin daha çadırına misafir olduk yolculuğumuz boyunca. ‘Sizi merak ediyoruz, acaba çadırınızı ziyaret edebilir miyiz?’ diye izin isteyip tanrı misafiri olarak çat kapı uğradığımız bu ailelerin her biri Moğolistan’ın başka bir köşesindeydi. Biri yak, biri at, biri de deve yetiştiricisiydi. Her üç ailede de, grubumuz epey kalabalık olmasın rağmen, müthiş bir güleryüzlülükle karşılanıp ikramlara boğulduk. Çeşit çeşit süt ürünlerinden oluşan bu ikramların doğallığını ve lezzetini sanırım tahmin edersiniz. Edemiyorsanız söyleyeyim, parmaklarımızı yedik! Taze at sütü, yak sütü veya deve sütü ile yapılan peynirler, tatlılar, peynir altı suyundan krakerler, tatlı ekşi yoğurtlar, kurutulmuş yoğurt küpleri, kızartılmış peynir topları, şekerli kaymak, yoğurt votkası, bol bol kımız ve tarifi zor bir takım başka süt ürünleriyle tıka basa doyduk. Ellerindekini bizimle paylaşmaktan çekinmeyen, biz yedikçe mutlu olan, iri yarı, güçlü kuvvetli, pembe yanaklı Moğol evsahiplerimiz sıkılmadan, dakikalarca, onlarca sorumuzu cevapladı ve hiçbir fotoğraf çekme isteğimizi geri çevirmedi. Çocuklarının yanaklarını mıncırmamıza, yeni doğmuş oğlaklarını kucaklamamıza, evlerini köşe bucak incelememize ses çıkarmadı. Yetmedi yaklar nasıl zaptedilir, atlardan nasıl süt sağılır, deveye nasıl binilir, uygulamalı olarak gösterdi.

 

Hemen hepsinin (akıllı olmasa da) cep telefonları, televizyonları, uydu antenleri, güneş panelleri, jeneratörleri, motosikletleri vardı. Modern dünyanın farkındaydılar. Ancak emek yoğun bu hayat tarzını tercih ediyorlardı, çünkü özgürlüklerine düşkündüler.

 

ÇADIRLAR

 

Moğollar’ın ger dediği yuvarlak çadırlar hiçbir çivi çakılmadan, yapboz gibi geçmeli sistemde kurulup kaldırıyor. Bir ger işi bilen 5 yetişkin tarafından 4 saatte kurulabiliyor. Duvarları keçeyle kaplı çadırların yerleri ya toprak, ya da muşamba kaplı. Tepede hem ışık, hem havalandırma için açılmış bir pencere var. Çadırın ortasına kurulan soba ve ocağın bacası da bu pencereden dışarı çıkıyor. Tipik bir çadırın içinde bir veya iki yatak, kap kacağın durduğu bir mutfak köşesi, sağılmış sütlerin saklandığı bidonlar, bazen bir küçük buzdolabı, genellikle bir küçük televizyon ve mutlaka yakın ya da uzak tüm aile bireylerinin fotoğraflarının sergilendiği, küçük Buda heykelleriyle süslenmiş bir köşe bulunuyor.

 

Moğolistan’da aile önemli. Her ne kadar birbirinden uzak yaşanıyor gibi görünse de, hayat imece usulde akıp gidiyor. Aile bireyleri birbirine nispeten yakın çadırlarda yaşıyor, ihtiyaç halinde birbirlerine koşuyorlar. Her ailede en az 4, 5 çocuk bulunuyor. Erkek çocuklar evlenince ailelerinin kendilerine verdiği hayvanlar ve yeni bir ger’le evden ayrılarak kendi sürülerini ve evlerini kuruyorlar. Kız çocuklar evlenince kocanın yanına gidiyor. Anne-baba yaşlandığında bakımlarını daima ailenin en küçük oğlu üstleniyor. Karşılığında ailenin sürüsü ve ger’i en küçük erkek çocuğa kalıyor.

 

Moğolistan’da yerleşik düzene geçişin geçmişi yüz yılı ancak buluyor. Sovyet rejimi şehirciliği yaygınlaştırmış, yollar yapmış, binalar dikmiş. Yirmibir bölgeye ayrılan ülkenin her bölgesine birer okul ve hastane inşa edilmiş. Böylece nüfus kademeli olarak yerleşik hayata geçmiş. Moğolistan’da ortaokulu bitirmek zorunlu olduğundan göçebe aileler çocuklarını en yakın yerleşim yerindeki okullara yatılı gönderiyor. Çocuklar kış boyunca ailelerinden uzak kalıyor, yazın tekrar çadırın olduğu yere dönüyorlar. Eğitim düzeyi arttıkça, özellikle üniversite eğitimi alındıkça hayat iş imkanlarının bulunduğu başkent Ulan Batur’da yoğunlaşmaya başlamış. Sonunda da, koskoca ülke bir şehrin içine sıkışmış.

 

Moğolistan’da herkesin mutlaka göçebe bir akrabası var. Kırsal hayatla bağlar hala çok kuvvetli. Şehirde yaşayanlar doğadaki hayata özlem duyuyor. Göçebe yaşayanların yerleşik düzene geçenlerden daha mutlu bir hayat yaşadığı kanısı yaygın. Zira göçebelikle kimse zengin olmuyor, ama kimse fakir de düşmüyor. Sahip olunan sürüler sayesinde her zaman içilecek kımız, yenecek et, giyilecek kürk var. Kimse aç değil, açıkta değil. Göçebeler kendileri için çalışıp, kendileri üretip, kendileri tüketiyor. Bu patronsuz hayat, ne zaman ne yapacaklarına dair karışanın görüşenin olmaması bugünkü şehir insanına haliyle çok cazip geliyor. Aslında çocuklar okula gitmese, defter kitap önlük masrafı olmasa paraya hiçbir ihtiyaç duymadan, ara sıra takas yaparak yuvarlanıp gidecekler. Ancak eğitim zorunluluğu parayı göçebelerin de hayatına sokmuş. Ürettiklerinin bir kısmını satmaya, ufak ufak ticaret yapmaya mecbur kalmışlar.

 

OVOO’LAR VE DAĞLARIN RUHU

 

Moğollar’ın doğayla bağları çok kuvvetli. Bunda göçebe hayatın halen devam etmesinin yanı sıra, şamanik mogolistaninançların hayatın içine sinmiş olmasının da etkisi var. Moğollar’a göre her dağın, her tepenin kendi ruhu var. Bu ruhların birbiriyle konuşabilmesi, bağlarının kopmaması için de ovoo’lar var. Genellikle dağın yüksek bir noktasında, bazen bir geçitte, bazen bir yamaçta, genellikle de birkaç yolun kesiştiği bir kavşakta mutlaka bir ovoo görülüyor. Bir ovoo büyük bir taş yığını üzerine külah şeklinde çatılmış ve üzerine mavi ipekli çaput bağlanmış tahtalardan oluşan bir nevi ‘tapınak’. Her dağın kendi ovoo’sunun olması bir yana, Moğolistan’daki 21 bölgenin birbiriyle sınırı olduğu her yerde de karşınıza bir ovoo çıkabilir. Bir ovoo gördüğünüzde yapmanız gereken hemen aracınızı (ya da atınızı) durdurup inmek, yerden üç küçük taş alarak ovoo’nun etrafında saat yönünde üç tur dönmek, her turda elinizdeki taşlardan birini ovoo’ya atmak, atarken de doğadan bir dilek dilemektir. Dileğiniz -geleneksel olarak- yolculuğunuzun sorunsuz geçmesi, gideceğiniz yere çabuk gitmeniz, havanın açık olması, dağlara sunduğunuz saygının kabul görmesi gibi şeyler olabileceği gibi içinizden geçen başka şeyler de olabilir. Dileklere kim karışır zaten? Yolcuların ovoo görünce durmayıp, dağlara saygılarını sunmadan geçip gitmesi uğursuzluk kabul ediliyor. O yüzden biz de ilk gördüğümüz ovoo’da durduk ve ritüeli yerine getirip üç tur tavaf ederek dileklerimizi diledik. Moğolistan seyahatimizin hepimizi mutlu etmesini, havanın yağışsız olmasını ve dönünce bu okuduğunuz seyahat yazısını makul bir süre içinde bitirmek için kuvvetli bir motivasyon hissetmeyi diledim. Bizim dağ cömert çıktı, (bir kere kafamıza dolu yağmasını saymazsak) dileklerim kabul oldu.

 

KHORGO KRATERİ VE TERKH GÖLÜ

 

Yine saaatler boyunca sadece yemyeşil çayırları, başıboş otlayan sürüleri gördüğümüz uzun bir yolculuktan sonra Khorgo Volkanı’na ulaştık. Volkan en son 8000 yıl önce patlamış. Bu patlamadan sonra oluşan kraterin çapı 200 m, derinliği de 80-100 m civarında. Yakından görmek için biz de diğer tüm ziyaretçiler gibi 2210 m yükseklikteki kraterin kenarına tırmandık. Çok büyük olmayan bu kraterin endamını hakkıyla anlamanın yolu havadan bakabilmek aslında. Kanatlarım olmadığı için kraterin kenarında fotoğraf çekmekle yetiniyorum, fakat arkadaşlarımın drone’ları kafamın üzerinde uzun süre vızıldıyor. Kraterin etkileyici tarafı, kendisinden ziyade son patlamada akan lavların soğumasıyla oluşan arazi ve bunun üzerinde yetişmiş henüz genç bitki örtüsü. Simsiyah zemin üzerinde biten parlak yeşil renkli, Sibirya palmiyesi denen ağaçlar ilginç bir tezat yaratıyor. Uzaklardan görülebilen Terkh Gölü’nün maviliği de manzarayı tamamlıyor.

 

Khorgo’nun volkanik aktiviteleri bölgede bir yeraltı mağara sistemi oluşturmuş. Lavların soğuyup çökmesiyle oluşan büyük çukurlardan biri bu bölgede Sarı Köpeğin Mağarası olarak anılıyor. Rivayete göre bir zamanlar burada yaşayan çok zengin bir ailenin kızı bir gün hastalanınca köyün şamanı kızın köpeğinin öldürülmesi gerektiğini, aksi takdirde kızın iyileşemeyeceğini açıklamış. Kızın babası köpeği alıp uzaklara götürmüş, ancak öldürmeye kıyamayıp çıkamayacağı bir çukurun içine bırakmış. Köpek günlerce, aylarca, yıllarca havlayarak sesini sahibine duyurmaya çalışmış. O yüzden yörede yaşayanlar hala mağaranın yakınlarından geçerken havlayan bir köpeğin sesini duyarmış. 2005 yılında Moğol-Alman ortaklığında çekilen, muteber festivallerde gösterilip ödüller alan The Cave of the Yellow Dog filmi işte bu efsaneyi hikaye ediyor. ()

 

Kraterden inip volkanın ayaklarına serilmiş Terkhiin Tsagaan Gölü’ne gittik. 16×20 km genişliğinde, ortalama 20 m derinliğindeki göle gün batımından hemen önce vardığımızda gözlerimiz kamaştı. Sığ suda şans getirmesi için üst üste dizilmiş taşlar, havada asılı duran pofuduk bulutlar, pembe-kızıl gökyüzü ve bütün bunların suya vuran yansımalarıyla kendimden geçtim. Nereye dönsem fotoğraf, nereye baksam harika bir görüntü! Güneş battı, ortalık karardı, hala ayrılmaya içimiz elvermedi. Ancak tüm makinelerimizin pilleri bittikten sonra kampımıza gitmeye ikna olduk. Rehberimiz Mala bizi göl kıyısından kazıdı adeta. Hızımızı alamamış olacağız ki, gece kumsalda yaktığımız ateş başında, bu kez parıl parıl parlayan ayın altında fotoğraf çektik.

 

TSENGHER KAPLICASI VE KARTALLAR

 

Güneye inerken durak noktalarımızdan biri Tsenkher Kaplıcası’ydı. Kaplıca bölgesinin fazla bir numarası yok. Ancak kaplıca suyunu alıp kendi küçük havuzlarında ziyaretçilere sunan, yan yana dizilmiş ger kamplarının üzerinde sürüler halinde uçan kartalları görmek şaşırtıcıydı.

 

Kaplıca bölgesine gelene kadar yollarda tek başına veya ikili üçlü gruplar halinde uçan kartallar, şahinler ve akbabalar gördük. Ancak buraya gelince hayvanlara bir şeyler oldu. Sayıları artmakla kalmadı, uçma davranışları da değişti. 80’lerin ünlü televizyon dizisinden Kartallar Yüksek Uçar diye öğrenmiştim, ama belli ki senaristler Moğolistan’dan habersizmiş. Hayatımda bu kadar çok kartalı bir arada uçarken görmediğim gibi, ağaçların en alçak dallarından dahi aşağıda pike yapanlarını tanımamıştım.

 

Moğolistan’da turistlerin ziyaret ettiği belli başlı noktalarda sırf bu hayvanlara yaklaşabilesiniz ve kolunuza alıp fotoğraf çektirebilesiniz diye birkaç tanesini pençelerinden iple bağlanarak tutsak edilmiş halde görebilirsiniz. Bu tuzağa düşmeyin lütfen. Kartal dünyaya bizimle selfie çekmek üzere gelmiyor. İster gökyüzünde uçar, ister ağaçların arasında pike yapar, isterse çayırda otlar. Özgürlüğünü kısıtlamak ne haddimize!

 

KARAKURUM VE ERDENE ZUU MANASTIRI

 

1220’de Orhun Vadisi’nde kurulan ve Cengiz Han’ın torunu Kubilay Han Pekin’e taşıyana kadar Moğol İmparatorluğu’na başkentlik yapmış Karakurum’a vardık. Varınca ‘bu mu?!’ oldum. Gecekondu gibi derme çatma, tek katlı binalardan oluşan, karanlık, küçük bir kasaba burası. Bir zamanlar başkentlik yaptığını hayal edebilmeyi bırakın, şimdi şehir olduğunu iddia edebilmek bile zor. Sovyet rejimi Karakurum’un üzerinden buldozer gibi geçmiş.

 

Ancak küçük ve değerli bir mücevher taşıyor göğsünün üzerinde Karakurum: Erdene Zuu (okunuşu: İrdinzo) Manastırı.

 

Moğolistan’daki en önemli dini merkez kabul edilen bu manastır 1586’da inşa edilmiş. Bir zamanlar şehri oluşturan en önemli unsurlardan biri, büyük bir külliye, içinde yüzlerce rahibin yaşadığı bir öğrenim merkeziymiş.

 

Moğolistan’ın bağımsızlık mücadelesinin devamında gelen komünist dönemde Sovyet baskısıyla ülkedeki 800 civarında Budist manastırı yıkılmış. Erdene Zuu’nun bir bölümü de bu yıkıma kurban gitmiş, fakat tarihi öneme sahip bu merkezin yıkılmak istenmesi Karakurum halkının tepkisiyle karşılaşmış. Rejim, rahiplerin ancak komünizmin faydalarını vaaz etmesi şartıyla manastırın geri kalan bölümlerinin kalmasına izin vermiş. Bugün içindeki kimi orijinal binalar hala ayakta ve güzelliklerini koruyor. Buda heykelleri ve süslemeler ilk günkü parlaklığında. Üzerini 108 stupa’nın süslediği, manastırın çevresini saran beyaz duvar sapasağlam. Şantlar, şarkılar, ayinler devam ediyor manastırın içinde…

 

Manastırın bahçesinde dolaşırken Mala aracılığıyla oranın yerlisi bir Moğol ile tanışıyorum. Geleneksel kıyafetleri içinde beni selamlayan yeni arkadaşım kollarını uzatıp avucumun içine bir şey bırakıyor. Ne yaptığını anlamayarak bir an şaşalıyorum. Meğer enfiye ikram ediyormuş. İki Moğol arasında samimiyetle sunulan, geleneksel bir ikram enfiye şişesi. İçinde toz halinde tütün bulunan, son derece estetik, genellikle yarı değerli bir taştan veya güzel işlenmiş deriden yapılmış küçük bir şişe değiş tokuş ediliyor. İkram eden kişi şişeyi sağ eliyle tutuyor, sol eliyle sağ kolunu dirsekten destekliyor ve karşısındaki kişiye hafifçe eğilerek şişeyi uzatıyor. Alacak kişi de yine sağ kolunu sol eliyle destekleyerek ileri uzatıyor ve neredeyse tokalaşmaya benzer bir hareketle şişe el değiştiriyor. İkramı kabul eden kişi şişeyi açıp bir parça enfiyeyi eline döktükten sonra burnuna çekiyor. Ritüeli öğrenince kollarımı doğru açıya getirip şişeyi alıyor, enfiyeyi elime döküyor, sonra da bulutlara doğru üflüyorum. Tütünle aram sıfır diye ikramı geri çevirip kalp kıracak değilim.

 

Komünist rejimin tarihten sildiği yüzlerce manastır hala gönüllerde bir yara olsa da Moğollar için, ‘o zaman şartlar onu gerektiriyordu, öyle yapılmak zorundaydı’ diye kendilerini teselli ediyorlar. Diğer yandan, Sovyet dönemindeki politikaların bir sonucu olarak bugün halkın yarıya yakını ateist. Budizm de inananları arasında bir inanç sisteminden ya da dinden daha ziyade eski bir adet, saygı duyulan bir gelenek olarak hayatını sürdürüyor.

 

13. YÜZYIL MOĞOL PASAPORTU: PAİZA

 

Erdene Zuu Manastırı’nı ziyaretinizden önce ya da sonra gitmeniz gereken, manastırla aynı ismi taşıyan bir müze var Karakurum’da. Küçük bir salondan ibaret bu müze aslında şehrin o dönemdeki müthiş büyüklüğünü ve manastırın şehirdeki yerini anlamayı sağlıyor. O günlerden kalan az sayıda eşya, süsleme, heykel ve döküman salonda sergileniyor. Bunlara sessizce göz gezdirirken birden dikkatimi çeken bir şeye rastlıyorum! Dünyanın en eski pasaportlarından birine, bir paiza’ya…

 

mogolistan

Paiza, bronz üzerine gümüş veya çelik kakma yazılar nakşedilmiş bir madalyon. Kubilay Han’ın yönettiği Moğol İmparatorluğu’nun dört büyük hanedanlığından Yuan Hanedanı döneminde, yani 1271-1368 yılları arasında kullanılmış bir çeşit pasaport. Bu madalyonlar han tarafından bastırılıp ulaklara, tüccarlara, önemli konuklara ve rütbeli devlet görevlilerine verilmiş, böylece bu kişilerin Moğollar’ın kontrol ettiği sınırlar içinde serbestçe seyahat etmeleri sağlanmış. Paiza’lar boyna veya yakaya takarak taşınmış. Üzerindeki yazılarda paiza’yı takan kişinin güvenliğinin sağlanması, ihtiyacı olan erzak ve malzemenin tedarik edilmesi emredilmiş. Ünlü seyyah Marco Polo’nun bizzat Kubilay Han tarafından hazırlatılmış altın bir paiza taşıyarak Asya’da yıllarca seyahat ettiğini kendi yazdıklarından biliyoruz.

 

Marco Polo’nunki tarihin derinliklerinde nerede kaybolup gitti bilinmez, fakat ben hiç değilse manastırda bulunmuş bronz bir paiza’yı dünya gözüyle görmüş oldum. Belki Erdene Zuu’ya misafir olmuş ya da sığınmış birinden, belki de Tibet’e yaptığı uzun hac yolculuğundan dönmüş bir keşişten kaldı, kimbilir? Sonuç olarak, belgeli ispatlı acı gerçek önümde: 750 senedir şu yeryüzünde bir yerden bir yere gitmek için birilerinden izin almak zorundayız!

 

ORHUN ABİDELERİ

 

Moğolistan’daki asfalt yolları toplasak birkaç yüz kilometreden fazla etmez. O birkaç yüz kilometrenin bir kısmı da Türk Devleti tarafından, Karakurum’dan Orhun Abideleri’ne gitmek için yaptırılmış. Bilge Kağan, Kültegin ve Tonyukuk Yazıtları. Aslında yüzyıllarca varlıkları bilinmiş, ama ancak 1800’lerin sonunda bulunmuşlar. İlk ikisi bir kilometre arayla, üçüncüsü 360 km uzakta keşfedilmiş.

 

Ortaokul lise hayatım boyunca kimbilir kaç dönemde Orhun Abideleri ders konusu olmuş, kimbilir kaç kez sınava girmişimdir? Aracımız asfalt yolda giderken bu anıttaşlar hakkında okul yıllarından aklımda hemen hiçbir bilgi kırıntısı kalmadığını düşünüyorum.

 

Şunu baştan söyleyeyim: Moğollar için çok bilinen, çok önemsenen kalıntılar değil Orhun Abideleri. Çoğu turun rotasında dahi yok. Dolayısıyla Moğolistan’a gelen Batılı ve Asyalı turistler genellikle bu anıttaşların varlığından haberdar olmadan geçip gidiyor. Karakurum’un 46 km kuzeyinde, hiçliğin ortasında inşa edilmiş küçük müzenin ziyaretçileri neredeyse sadece Türkler. O yüzden müzenin kapısına vardığımızda cüsseli bir Moğol bizi otuziki dişiyle gülümseyerek Türkçe ‘hoşgeldiniz’ diye karşıladı.

 

Bir akşam Mala’yla sohbet ederken laf, biz Batılılar’ın Asyalılar’ı fiziksel olarak birbirinden pek ayıramamasına gelmişti. Mala hemen Moğollar için ipuçlarını vermişti: ‘Biz Moğollar’ demişti, ‘göçebe olduğumuz için hayatımız boyunca kadın erkek açıkhavada çalışmaktan ötürü güçlü kuvvetli, kaslı, yapılı ve genellikle uzun boyluyuzdur. Elmacık kemiklerimiz çok geniştir, Asyalılar’ın hepsinden geniş. Çok süt içtiğimiz için kemiklerimiz sağlıklıdır. Dişlerimiz de öyle. Çarpık çurpuk değildir ve bembeyazdır hepsi. O yüzden çok güleriz. Bir Moğol’u hemen ayırdedersiniz…’

 

Mala haklıydı. Müze kapısında bizi karşılayan heybetli ve güleryüzlü Moğol abimiz yana çekildi de girebildik içeri. Bu küçük müze, açıkhavaya dikilmiş ve 1300 sene yağmura, kara, doluya, yıldırıma maruz kaldıktan sonra nihayet korumaya alınmış Bilge Kağan ve Kültigin anıttaşlarına evsahipliği yapıyor. Bu yazıtların etrafında bulunan ya da topraktan çıkarılan az sayıda ganimet de yanlarında sergileniyor. Müzenin içeriği bundan ibaret.

 

Yazıtları görür görmez etkilendim. Özellikle Kültigin taşı oldukça iyi durumda. Yaklaşık 4 metre yüksekliğindeki taşın üç yüzü rünik Türk alfabesi, bir yüzü Çin alfabesiyle bezenmiş. Yazıların neredeyse tamamı rahatlıkla okunabiliyor. Bilge Kağan taşı biraz daha irice, üzerindeki yazıların bir kısmı silinmiş. Bütünlüğü zarar görmese de bazı köşeleri hasar almış, biraz daha yorgun göründü gözüme. Altı taştan oluşan Orhun Abideleri’nin en önemli ikisi, iki tarihi emanet işte karşımızda! Bu taşlar şu ana kadar bulunmuş, içinde Türk kelimesi geçen en eski belgeler.

 

İki kardeş olan Bilge Kağan ve Kültigin, Göktürk Devleti’ni birlikte yönetmişler. Kültigin Yazıtı 732 yılında Bilge Kağan tarafından, Bilge Kağan Yazıtı ise 735 yılında oğlu tarafından yaptırılmış. Üzerlerindeki yazıların içeriği, iki kardeşin devleti askeri ve sosyal açıdan yönetim biçimi, başarıları ve başarısızlıkları, diğer Türk boyları ve Çin’le ilişkileri ve Türkler’e çeşitli tavsiyelerinden oluşuyor. İşi bilenler, metinlerin hitabetini güçlü, dilini yetkin, bilgi içeriğini zengin buluyormuş. Metinlerin bazı bölümleri İngilizce ve Türkçe çevirileriyle müzenin duvarlarında asılıydı. Benim ilgimi daha ziyade taşlara kazınmış alfabe çekti doğrusu. Dokunmamız yasak olmasına rağmen, içimden gelen dürtüye karşı koyamayarak parmaklarımı taşın üzerinde gezdirdim ve birkaç cm yakınına kadar sokulup harflere yakından baktım. İlk bulunduğunda Vikingler’in rünik yazısıyla karıştırılan bu alfabeyi çözümleyen de yine o coğrafyadan bir Danimarkalı biliminsanı, Vilhelm Thomsen olmuş.

 

Müzeden çıkınca taşların orjinal olarak dikildiği yere gittik. Hiçliğin ortasında, bomboş bir arazi. Sağımız, solumuz, önümüz, arkamız göz alabildiğine çayır. Duvarlarla çevrilmiş bir alana, büyük tahta bir kapıyı açarak girdik. Bu kapı ve duvarlar elbette sonradan yapılmış. Anıttaşların keşfedildiği yere birer replikaları yerleştirilmiş. Bu sayede orijinal ortamın neye benzediğini hayal edebildik. Bu abidelere Bengü Taşı denmiş yine yazıtların üzerinden öğrendiğimiz kadarıyla. Bengü, yani sonsuzluk. Sonsuza kadar varlıklarını sürdürsünler diye. En azından 21. yüzyıla kadar sürdürdüler ya, bundan sonrası daha kolay bence…

 

KARAKURUM’DAN GOBİ ÇÖLÜ’NE DOĞRU…

 

Dünyanın en büyük 5. çölünün aslında çöl olmadığını görmek şaşırtıcı oldu. İşte bunlar hep küresel ısınma.

 

Karakurum’dan Gobi’ye inmek de yine iki günümüzü aldı. Yarı yolda bir yerlerde, 1600’lerden kalma eski bir manastırın harabelerinin yakınlarında bir gece konakladık. Kampa vardığımızda neredeyse hava kararmak üzereydi, çünkü yolda araçlarımızdan birinin motoru bozuldu. Şoförlerimizin motoru söküp neler olduğunu anlamaya çalıştığı ilk yarım saatte merakla kafamızı motorun üzerinden eğerek konuya müdahil olduk. Hızlıca anlaşıldı ki, sorun öyle çabucak çözülebilecek gibi değildi. Yavaş yavaş kafalarımızı geri çekip etrafa bakındık. Önce şöyle bir sağa sola yürüme, pergelleri açma, esneme germe hareketleri… Derken ceketleri polarları serip pembe, lila, erguvan renkli çiçeklerle donanmış çayırlara yayılma, müzik açıp gökyüzüne bakma, yanımızda getirdiğimiz kitapları okuma, sohbet muhabbet… Saatler ilerledikçe göz kapaklarının ağırlaşması ve uykuya dalış… O kuş uçmaz kervan geçmez noktada ne kadar süre kalacağımızı bilmeden; yetişecek bir yerimiz, cep telefonumuz internetimiz, yapacak herhangi bir işimiz olmadan; sessiz, güzel ve temiz bir havada, açık arazide amaçsızca beklemek hepimizi gevşetti, rahatlattı, lokum gibi olduk. Kimbilir kaç terapi seansına, kaç nefes dersine, kaç meditasyon kampına gitmeye gerek kalmadı 🙂

 

Üç yüzyıl bu bozkırın ortasında ayakta kalmayı başaran Ongi Manastırı da, Moğolistan Komünist Partisi’nin 1930’lardaki yıkım döneminin kurbanı olmuş. Manastırda yaşayan 200 kadar rahip de aynı sırada öldürülmüş, ancak küçük bir kısmı kaçarak hayatını kurtarmış. 1990’larda demokrasiye geçilince bu rahiplerden üçü Ongi’ye geri dönmüş. Harabelerin yanına, biri minicik bir müze görevi gören birkaç küçük bina inşa edilerek manastır tekrar ibadete açılmış. Manastırın en tuhaf yanı ise, kapısı. Birkaç sene önce yaptırılmış, Çin esintileri taşıyan, tak biçiminde devasa bir kapı var manastıra giden yolun üzerinde. Cart kırmızı rengi bulunduğu coğrafyanın boz zemini üzerinde adeta alev alev yanıyor. Devlet bu ören yerlerinin girişinde aldığı ücretin bir kısmını yıkılan manastırların yapımı için harcadığını, buralara gelen yerli ve yabancı turistlerin paralarının çarçur edilmediğini gösterebilmek için böyle şaaşalı parçalar konduruveriyormuş bazen.

 

Ongi Manastırı’nın yakınında bulunan kampımıza dönünce yemek öncesi shagai oynuyoruz. Geleneksel bir Orta Asya fal bakma oyunu bu. Dört koyun omurga kemiği, diğer bir deyişle aşık kemiği keçe bir oyun tablası üzerine zar gibi atılıyor. Her bir kemiğin dörder yüzü var, her yüz bir hayvanı temsil ediyor: At, deve, keçi ve koyun. Atılan kemiklerin kombinasyonu oynayanın kaderini belli ediyor. En iyisi dört at. İkincisi dört farklı hayvanın gelmesi. Sonrası 3 at 1 deve, 2 at, 2 deve diye gidiyor. En bahtsızlarsa 4 koyunu tutturanlar. Kısmetine sevinenler şansına küsenlere takılıyor: Sen kiminle aşık attığını sanıyorsun?

 

 

 

GOBİ ÇÖLÜ

 

Gobi Çölü’ne geldiğimizi bitki örtüsü değişip keskin bir soğan kokusu duymaya başlayınca anladık. Önce aynı araç içindeki herkes birbirinden şüphelendi. Sonra develeri gördük. Başıboş dolaşan yüzlerce deve… Yabani ortamda deve sürüsü görmek, bozkırda yaldır yaldır koşan at sürüsü görmek kadar etkileyici, bir o kadar alışılmadık bir duygu. Araçtan inip aralarına karışınca soğan kokusu için öğlen yediğimiz yemekleri suçlamamamız gerektiği ortaya çıktı.

 

mogolistanGobi’nin aslında çöl olmadığını söylemiştim. Tanım olarak, yarı çöl. Görsel olarak, çeyrek çöl bile değil. Her yer yeşil, üstelik çiçekli yeşil. Karşılaştığımız deve sürüsü hatır hutur, bıkıp usanmadan bu çiçekli yeşil bitkiyi yiyor. Eğilip bir dal koparıyorum. Sapları da kokusu da tıpkı frenk soğanı gibi olan bitkiye Moğollar homuul diyor. İşin ilginci sapları buram buram soğan kokusu yayarken, çiçeğinin aynı yasemine benzer güzel bir kokusu var. Develeri cezbeden hangisi acaba?

 

Gobi’nin bu kadar yeşillenmesi son birkaç sene içinde gerçekleşmiş. Beklenmedik ölçüde fazla yağan yağmurlar sonucu taşla karışık kumdan ibaret zeminde bizim Gobi soğanları yayıldıkça yayılmış. Mala Buraya üç sene önce gelseniz tanıyamazdınız’ dedi. Küresel ısınmanın yan etkilerini Gobi’de ilerledikçe deneyimlemeye devam ettik. Kilometrelerce gittikten sonra karşımıza çıkan bataklık, evet bataklık, daha fazla ilerlememize izin vermeyince geldiğimiz onca yolu gerisin geri dönmek ve yeni bir yol aramak zorunda kaldık. Bu arada, araçlarımızdan birinin lastiği patladı, bir diğeri çamura saplandı. Neyse ki yanımda şahitlerim var da, çölde çamura saplandık diye çekinmeden anlatıyorum şu alemde. Yoksa bana kim inanır?

 

Seyahatin bana göre en komik anı da tam bu sıralarda cereyan etti. Koskoca ve ıssız  Gobi’de bizden başka bir grup turist daha gördük. Bir kayanın yanına kamp kurmuş keyif çatıyorlardı. Önlerinden geçerken el sallayarak selam verdik, selamımızı el sallayarak karşıladılar. Derken bataklığa denk gelince gerisin geri dönüp bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde ikinci kere önlerinden geçtik. Yine el sallamayı ihmal etmedik. Bir süre sonra bizim gruptaki araçlardan birinin arkamızdan gelmediğini fark edince ne olduğunu anlamak üzere geri döndük ve bilin bakalım ne oldu? Aynı kampın önünden üçüncü kere geçerken bulduk kendimizi, bu kez kamptakilerin anlam veremeyen bakışları eşliğinde… Lastiği patlayan aracı bulup hep birlikte dördüncü kez kampın önünden geçerken artık camı açıp ‘Pardon, Gobi ne taraftaaaa?’ diye bağırmak farz oldu tabii.

 

YANAN YAMAÇLAR – BAYANZAG

 

Kapadokya gibi bir doğa harikasının ülkesinden Gobi Çölü’ne ziyarete gelince -itiraf edeyim- Bayanzag beni hiç etkilemedi. Yine de belirtmek gerekir, dümdüz sürüp giden savananın ortasında birdenbire yükselen, akşam güneşinin etkisiyle kırmızıya dönüp ‘Yanan Yamaçlar’ adını alan bu devasa duvar silsilesi etrafındaki coğrafyayla sürpriz bir tezat yaratıyor. İşte bu tezat kendisini farklı kılıyor.

 

Bayanzag’ı ünlü yapan şekli şemali değil, dünyanın ilk dinozor yumurtası fosillerinin bulunduğu yer olması. 1922’de Amerikalı paleontolojist Roy Chapman Andrews dinozor kemiklerinden oluşan bir yatağın içinde tarihe geçen ilk dinozor yumurtasını keşfetmiş. İlk bulunan yumurtalar ABD’ye gitmiş, ancak bugün buradaki küçük müzede halen birkaç yumurta fosilini görmek mümkün. Anneannelerimizin salonunda, hiç kullanmadığı ama çok önem verdiği fincan takımlarını dizdiği vitrinlere benzer gayet uyduruk bir cam vitrin içinde sergilenen yumurtaları alıp gitmek içten bile değil! İnsan bu fosilleri görünce Jurassic Park gerçekten yapılabilir diye düşünmeden edemiyor. Şimdi değilse de 40-50 sene sonra böyle tematik parklar kurulacak muhtemelen. Bayanzag’ın üstünde dolaşan dinozorları şimdiden hayal edebiliyorum.

 

 

 

KHONGOR’UN ŞARKI SÖYLEYEN KUMULLARI

 

Gobi’de ilerlemeye devam. Moğol halkının doğayla romantik ilişkisi verdiği yer isimlerinden de anlaşılıyor. Çölde 180 km boyunca uzanan kum tepeleri zincirinin Khongor akarsuyunun yanında yer alan bölümüne Şarkı Söyleyen Kumullar diyorlar.

 

Buradaki kumulların yüksekliği sadece 80 m, ancak eğimleri yer yer 45 dereceden fazla. Azmedip tepesine kadar çıkarsak rüzgarın kumulun üzerinde bir o yana bir bu yana esişinin yarattığı, Moğol türkülerine benzer yanık melodiyi duyabilirmişiz. Şarkıdan ziyade kumulların arkasında ne olduğunu merak ettiğimden, güneşin batmasına bir saat kala ayakkabılarımı bir kenara fırlatıp tırmanmaya başlıyorum.

 

Tırmanışın henüz başında grubumuz dağılıyor. Kumda bata çıka yukarı tırmanış hızlı bir şekilde kalp ritmini yükselttiği için, birkaç dakika içinde herkes nefes nefese kalıyor. Bacaklar da yanmaya başlayınca ilk fireleri veriyoruz. Grubu böyle birer ikişer saça saça yukarı tırmanmaya devam ediyorum. Dakikalar ilerliyor, ancak kumulun zirvesi hala çok uzağımda. Alt tarafı 80 metre, nasıl bu kadar uzun sürebilir diye hayretle söyleniyorum. Evet, mesafe kısa. Fakat eğim o kadar dik ki, ilerlemek epeyce efor gerektiriyor.

 

Güneşin batmasına dakikalar kala zirveye ulaşıyorum. Benden önce çıkmış bir iki aylak gelişime tezahürat ediyor, sağolsunlar! Kumulun üzerinden güneşin battığı yöne doğru manzara müthiş. Turuncu güneş ışıkları dalga dalga ilerleyen kum tepelerine vurup gölge oyunları yaratıyor. Önümde ufuk çizgisine kadar uzanan kum denizine bakarak birkaç video ve fotoğraf çekiyorum. Sonra kumulların söylediği şarkıya kulak kabartıyorum. Uğultu ve vızıltılar kulağımı dolduruyor, ama bunların şarkı olup listelere girmesi için aşırı iyi bir prodüktöre ihtiyaç var!

 

 

 

YOLIN AM VADİSİ

 

Yolin Am Vadisi Gobi Çölü’ndeki son durağımız oluyor. Şarkı Söyleyen Kumullar’dan dağ keçilerine ev sahipliği yapan bu ince, uzun vadiye gidişimiz yine saatler sürüyor. Bu uzun seyahati sorun etmeyecektim mogolistangörmeyi beklediğim buzul yerinde duruyor olsaydı. Yolin Am’a gidişimin temel nedeniydi iki kaya duvarının arasına sıkışmış o buzul. Fakat bir gidiyoruz ki, yerinde yeller esiyor. Küresel ısınma soğan kokulu çiçeklerin çölü sarmasıyla yetinmemiş, buzulları da eritmiş işte. Vadide yürüyüş iyi, güzel. Kayalarla aynı renkteki dağ keçilerini tesbit etmeye çalışmak, bir çıkıntıdan diğerine atlamalarını seyretmek eğlenceli. Ama buzul yerinde olmayınca buraya kadar teptiğimiz yol boşa geçmiş gibi geldi bana doğrusu. Vadinin girişindeki minik müze de olmasa, bu coğrafyada şimdi ve bir zamanlar yaşamış yabani hayvanları tanımamız da mümkün olmayacaktı.

 

Gobi Çölü’ne veda zamanı geliyor. Dalanzagdag’dan uçağa atlayıp Ulan Batur’a dönüyoruz.

 

 

TERELJ MİLLİ PARKI

 

Ulan Batur’daki son günümüzü şehre bir saat mesafedeki Terelj Milli Parkı’nı ziyaret etmek üzere kullanıyoruz. Burası Moğolistan’ı uzun uzadıya gezmeye vakti olmayanların tercih ettiği bir milli park. Birkaç günlüğüne başkente gelenler, vakti ya da nakti kısıtlı olanlar, o hoplamalı zıplamalı bozkır yollarını çekecek sabrı, motivasyonu olmayanlar kendilerini asfalt yol üzerinden buraya atıyormuş.

 

Yol üzerinde Moğollar’ın pek gururlandığı Cengiz Han Heykeli’ne uğruyoruz. Atı üzerinde uzakları parmağıyla işaret eden devasa bir metal yığını. Aşırı büyük. Bizde de alıp başını gitmiş, bir zamanlar dünyayı titretirken bugün güçsüz bir devlete düşmekten kaynaklanan imparatorculuk sevdasının başka bir coğrafyada, başka bir tarihi şahsiyette tezahürü diye yorumlanabilir.

 

mogolistanNeredeyse bütün Moğolistan’ı gezdikten sonra Terelj’e gelince çok net görüyorum: Burasının Moğolistan kırsalıyla alakası yok. Bir zamanlar var olan doğal güzelliği kolayca hayal edilebiliyor. Ancak Moğolistan’ın başka yerlerinde kolay kolay göremeyeceğiniz, yüksek katlı betonarme otel binaları burayı sarmış. Elektrik direkleri bir yandan, asfalt yollar bir yandan, çirkin çirkin tabelalar, kiremitler yutong’lar diğer taraftan… Hızlı bir çarpık yapılaşma almış başını gidiyor. İnsanın ‘neden, ama neden?!’ diye isyan edesi geliyor. Terelj’in bana göre tek enteresan tarafı belli bir açı ve mesafeden bakılınca adını hak eden Tosbağa Kayası. Fakat sadece onunla selfi uğruna kendinizi yormayın buralara kadar…

 

BİTİRİRKEN…

 

Ulan Batur’daki son gecemizde önce Tumen Ekh Ensemble‘ı dinlemeye gidiyoruz. Moğolistan’ın geleneksel müzik ve danslarının harmanı şova, amatör bir folklör gösterisi seyredecekmişiz gibi girip birbuçuk saat sonra hayran hayran çıkıyorum. O erkeklerin dudak oynatmadan gırtlaktan çıkardığı boğuk seslerle söylediği şarkılar (throat singing denen Moğollar’a özgü bu tekniği merak edenler 60 Saniyede Moğolistan videosuna kulak kabartabilir), kadınların incecik tonlarda nağmeli nağmeli uzattığı notalar (bu tekniğe de long singing deniyor), yaylı ve üflemeli çalgıların yarattığı çılgın harmoni beni alıp götürüyor.

 

Ardından son yemeğimizde son derece şık, geleneksel bir lokantaya gidiyoruz. Her zamanki gibi, sofraya önce çay geliyor. Moğolistan’da çay bizdekinin tam tersine, yemekten önce içiliyor. Daha doğru ifade etmek gerekirse, yemeğin başlangıcı olarak tüketiliyor. Sofraya oturur oturmaz hemen demlenmiş çay ikram ediliyor. Bir diğer alışkanlık da süt içmek. Ancak süt sade değil içine biraz çay konarak, şeker değil tuz eklenerek, sıcak servis ediliyor. Bu süt, bulunulan bölgeye göre inek, keçi, at veya deve sütü olabiliyor. Tam bir çaysever olarak sunulan çaylardan memnun kalsam da, hazmettirici olarak tüketmekten hoşlandığım bu içeceğin midem aç aç guruldarken önüme konmasına iki hafta boyunca alışamıyorum. İşin tuhafı, yemek bittikten sonra çayı ara ki bulasın!

 

Onaltı gün süren Moğolistan yolculuğumuzun sonunda Ulan Batur’a vardığımızda Mala bir süre ortalıktan kayboluyor. Döndüğünde doktora gittiğini öğreniyoruz. Mahçup ve şaşkın bebek beklediğini açıklıyor. Biz şok! Bütün o yolları, tepeleri, vadileri, manastırları hamile dolaşmış meğerse. Nasıl tebrik edeceğimizi şaşırıyoruz bu çok tatlı, neşeli, minyon Moğol rehberimizi.

 

Moğollar selamlaşırken öpüşmek yerine ‘koklaşıyor’. Her insanın kendine özgü bir kokusu olduğuna inandıklarından, iki Moğol karşılaştığında bizim gibi yanaklarını birbirine uzatıyor, ancak öpmek yerine içlerine sağlı sollu, kısa birer nefes çekiyorlar. Yakın iki kişi vedalaşıyorsa biri diğerini sadece tek taraftan kokluyor. Dönünce diğer yanından da koklayacağım, çabuk dön manasında…

 

Ayrılırken ben de Mala’yı tek taraftan kokluyorum. Hem güzel memleketini bize tanıttığı için teşekkürduygusuyla dolu, hem de bir gün Moğolistan’a geri dönmek ümidiyle…

60 Saniyede Moğolistan:

 

 

Diğer ’60 Saniyede’ videoları için şuraya buyrun.

Aylak Gezi Kulübü’nün Moğolistan seyahatleri hakkında bilgi için şuraya tıklayabilirsiniz.

 

Aylak seyahat arkadaşım Nasri Özel‘in Moğolistan yolculuğumuzda çektiği harika videoları izlemeyi unutmayın!

Birinci bölüm:

 

İkinci bölüm:

 

Üçüncü bölüm:

PAYLAŞ: