İtiraf ediyorum, Yeni Zelanda’ya gitmeden önce, burada bir buzul olması merakımı pek cezbetmemişti, zira bu güzel toprakların sunduğu başka fırsatlarla daha çok ilgiliydim.
Biraz araştırmadan sonra, Franz Josef’in dünyanın en önemli 10 buzulundan biri olduğunu, üstelik turist olarak üzerinde yürünebildiğini öğrenince ilgim aniden arttıysa da, yürüyüş için istenen yüksek ücreti (300 NZD veya yaklaşık 260 USD) duyunca aynı hızda söndü. Bu git-gelli ruh halim Yeni Zelanda’ya vardıktan sonra da bir müddet devam etti.
– Çıkayım, çıkayım…
– Yok boşver, çıkmayayım…
– Ama bir daha nerede bulacağım üstüne çıkılan buzulu?
– İyi de o kadar para verilir mi, o paraya ben neler yaparım…
– Hayatımda buzul görmedim, bir daha da görür müyüm belli değil. Burnumun dibindeki buzula da gitmeyeceksem evimde oturayım bundan sonra.
Kendimi böyle ikna ettikten sonra buzulun adıyla anılan Franz Josef kasabasına vardım. Yeni Zelanda’nın pek çok yerleşim yeri gibi, burası da kısa bir ana cadde ve etrafına sıralanmış az sayıda tek katlı binadan oluşan, sadece 300 kişinin yaşadığı, küçücük bir yer. Burada her sene 250.000 turist ağırlandığına inanamıyorsunuz. Buzula yürüyüş düzenleyen şirket olan Franz Josef Glacier Guides’ın ofisine girip dünyanın her ama herrr tarafından gelmiş gezginleri görünce ancak ikna oluyorsunuz.
Şirketin birkaç farklı turu var: Buzul etrafında trekking, gidiş yolunu helikopterle uçup buzula tırmanma veya üstünde helikopterle uzun uzadıya turlama diye seçenekleri özetleyebilirim. Ben, çoğu turistin yaptığı gibi, ikincisini seçtim.
Seçer seçmez film yıldızı kadar yakışıklı ve fit rehberimiz Marlo ile müşerref olduk. Marlo önce İngiliz olduğunu açıkladı, sonra kıyafetlerimizi elimize tutuşturdu. Tur şirketi katılımcılara pantalondan monta, bereden eldivene, bottan yün çoraba kadar komple bir kıyafet seti veriyor. Seti alan herkesin istisnasız ilk hareketi çorapları koklamak oldu. ‘Lanet olsun içimdeki buzul sevgisine’ diyerek kaçmaya hazırdık ki, sabun kokusunu duyunca sakinleştik.
Hızla üstümüzü değiştirdik ve eşyalarımızı teslim edip helikoptere doğru yola koyulduk. Yaklaştıkça dönen pervanenin yarattığı rüzgarın da etkisiyle kendimde bir terslik hissettim, ama ne? Böyle bir havadar, bir püfür püfürüm… Aaa, kar pantalonunu giymeyi unutmuşum! Koştura koştura Marlo’nun yanına gittim. Karizma tabii yerlerde. Marlo bir suratıma, bir ayağımdaki incecik eşofmana, bir de helikoptere bakıp ‘Artık çok geç, böyle tırmanacaksın, neyseki ayağındaki çabuk kuruyan bir şeye benziyor’ dedi ve beni helikoptere iteledi. Ekibin manidar bakışları altında ‘pantalonunu giymeyi unutan gerizekalı’ olarak kayıtlara geçtim, bravo bana!
Buzul denince insanın aklına nedense kutuplar, Grönland, Sibirya filan gibi yerler geliyor. Titanic’in çarptığı buzdağı gibi bir şey hayal ediyorsunuz. Oysa son buzul çağından kaldığı düşünülen Franz Josef, Yeni Zelanda’nın Güney Alpler sıradağlarının batıya bakan tarafında, deniz seviyesinden 200 metre yükseklikte ve denizden tam 19 km uzakta bulunuyor. Üstelik etrafındaki dağlar ılıman iklimli bir yağmur ormanıyla kaplı.
Beş dakika süren helikopter uçuşu esnasında etraftaki yemyeşil dağları net şekilde görüyor, önünüzde beliren vadiye yaklaştıkça buzulu seçmeye başlıyorsunuz. Sanki bir nehir ya da düşmekte olan yoğun bir çığ aniden donmuş gibi… Ya da büyük bir gözyaşı akıyor gibi… Nitekim bir Maori efsanesine göre bu buzul, kendisiyle buradaki dağlara tırmanmaya gelip ölen sevgilisinin ardından ağlayan Maorili kızın gözyaşlarıymış.
Helikopter buzulun başladığı noktada bir düzlüğe inip bizleri bıraktı. İner inmez kramponlarımızı bağladık ve takıldık Marlo’nun peşine. İsmi Avusturya İmparatoru I.Franz Josef’ten gelen buzulun uzunluğu 12 km, fakat biz ancak 1 km’sini yürüyeceğiz. Marlo yürüyüşümüzü kolaylaştırmak için zaman zaman elindeki kazmayla yolu düzleştiriyor veya bir basamak yapıveriyor. Buz üstünde yürümenin fazla bir zorluğu yok, fakat dikkatli olmak lazım. Kayıp sert zemine düşmenin alemi yok, hele benim bu pantolonsuz popomla hiç yok!
Yaklaşık 2 saat boyunca kramponlarımızı buza taka taka yukarı çıktık. Bu esnada eriyen suların açtığı dehlizlere girdik. Mağaralarda sesimiz yankılanıyor mu diye kontrol ettik. Geçitlerden geçtik. Rengi maviye dönen buz duvarları, güneş vurunca ışıl ışıl yanan yamaçları seyrettik.
Ara ara mola verip Marlo’nun anlattıklarını dinledik. Franz Josef Buzulu zaman zaman genişleyip büyüyor, zaman zaman eriyip küçülüyormuş. Ancak küresel ısınma nedeniyle 2008’den beri ciddi bir erime devresindeymiş. Bu yıl günde 1,5 metre eridiği ölçümlenmiş. Buzulun tarihinde görülmemiş, rekor bir miktar.
Sonraki 1 saat boyunca da topuklarımıza basa basa aşağı indik ve bizi bekleyen helikopterimizle geri döndük.
Günü bitirirken kendimi turun hediyesi olan, 40 derece sıcaklığındaki kaplıca havuzlarına attım. O koskoca Franz Josef’in belki de yakında yol olacağı geçti aklımdan. Buzula çıktığım için kendimi tebrik ederek eşofman içinde donan bacaklarımı sıcak suda gevşemeye bıraktım…