Vespa’mı Mayıs 2005’te aldım. Mavi bir ET4 150. İlk sahibiyim. Aldığımda ne ehliyetim, ne de bu motorla ne yapacağıma dair bir fikrim vardı. İlk olarak düğün aracım olarak kullandım kendisini. Sonra işe giderken servise binmeyi bırakıp motorla gidip gelmeye başladım. Bir gün kuvvetli bir Boğaz rüzgarı beni köprüden aşağı atmaya kalkınca servise geri döndüm. O günden sonra, genellikle Anadolu yakasının sahil şeridinde deniz havası almak istediğimde, Bağdat Caddesi’nde arkadaşlarımla kahve buluşmalarında, spor salonuna gitmeye kendimi ikna ettiğimde, sinema seansını yakalamaya çalışırken, otopark bulmanın zor olduğu yerlere giderken kullandım Vespa’mı. Ultra kısa mesafe sürücüsü oldum. Bunun sonucu olarak onüç senede sadece 3300 km yaptım.
*****
Vespa bilindiği üzere bir şehir motoru. Kendi de, gücü de, tekerlekleri de ufak. Uzun yol yapmak üzere tasarlanmamış. Fakat bu uzun yol yapamayacağı anlamına gelmiyor.
1960’larda Ordu’dan çıkıp önce Londra’ya, sonra Amerika’ya defalarca gidip gelmiş Osman Gürsoy efsanesini duymayan yoktur herhalde. Ben ne zaman duydum, onu tam hatırlamıyorum, fakat son derece etkilenmiş olmakla birlikte, Osman Amca’nın maceraları dinlediğim tatlı bir masal, efsunlu bir hikaye olarak kaldı. Gerçek olamayacak kadar muazzam bir seyahatti yaptığı. Bir kısa mesafe sürücüsü olarak kendimle özdeşleştirememiştim.
Benim de uzun yola çıkabileceğim fikri, yedi-sekiz sene önce bir blog yazısına rastladığımda filizlendi. Classic Vespa Lovers blogunun sahibi Cenk Bozkır ve babası Neptün Bozkır iki klasik Vespa’yla Avrupa’ya gidip dönmüşlerdi. Dünyada başka Vespalı uzun yol sürücüsü blogger’lar aramaya başladım. Sayıları fazla değildi, aralarında kadın olanlar da bir elin parmaklarını geçmiyordu. Ama varlardı. Kıtaları aşıyorlardı bu minicik motorla. Demek ki yapılıyordu, o zaman ben niye yapmayayımdı?
Blogu okuyunca fazlasıyla heyecanlanmış ve oturup olası seyahatim için bir taslak plan yapmıştım. Bütün Avrupa’yı görmüş olmama rağmen Slovenya’ya gitmemiştim daha önce. Motoru gemiyle İtalya’ya gönderip sınır komşusu Slovenya’ya geçme fikri hoşuma gitmişti. Kaba bir rota ve bütçe çıkarmış, seyahatim için takvimi 2016 yazı olarak belirlemiştim*.
O yaz o seyahat gerçekleşmedi. Ertesi yaz da gerçekleşmedi. Gerçekleşmemesinin belli bir sebebi yoktu. Fırsat olmamıştı. Planımı katlayıp bilgisayarın örümcek ağı bağlamış klasörleri arasına kaldırdım. Nasılsa bir fırsat bulunca yapacaktım.
Sonra beni üzen, beklenmedik bir şey oldu.
*****
2018’in Haziran sonuydu. Bir yüzme kampına katılmak üzere Foça’ya gitmiştim. Denizde yaptığımız ilk antremandan sonra kurt gibi acıkmış olarak çarşı içinde ev yemekleri yapan bir aile lokantasına gittik. Ismarladığım yemeğin gelmesini beklerken telefonumu elime aldım. Ekrana tanıdığım birinin ölüm haberi düştü. Adeta biri olanca kuvvetiyle bir tokat patlattı suratıma.
Bizim okulun en güzel kızlarından biriydi. Benden sadece birkaç yaş büyüktü. O yaşlarda birkaç yıl dünyalar kadar fark yaratırdı, dolayısıyla arkadaş değildik. Fakat bir erkek okulunun eser miktardaki kız öğrencilerinden ikisi, adı konulmamış bir kızkardeşlik müessesenin daimi üyesi, aynı oymağın zinde fertleri** idik son tahlilde. Hepimiz birbirimizi bilirdik, tanırdık.
Mezun olduktan sonra ara sıra karşılaşıp sohbet ettik. Başarılı bir kariyeri, iki tatlı çocuğu vardı. Daha önemlisi çok zarif, son derece rafine bir insandı. Hayatta bir duruşu olduğunu hissettirirdi ve ben bunu pek beğenmekteydim.
Bir hastalığı olduğunu biliyordum, fakat sağlık durumunun gidişatı hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ölüm haberi bu yüzden üzerimde şok etkisi yarattı. Onun hayatta daha başaracak çok şeyi olduğuna inandığımdan otomatik olarak çok uzun yaşayacağını var sayıyordum herhalde. Henüz hayatının ortasındaki genç bir kadına ölümü kim yakıştırabilir zaten? Ama işte kaybetmişti hayatını.
Her ölümün yapması gerektiği gibi, kendi ölümümü düşündürdü bu bana. Bundan altı sene önce kendimi yapmak istemediğim şeyleri yapmak zorunda olmadığım bir hayat düzenine geçirmiştim. Böyle olunca insan zannediyor ki, yapmak istediklerini de kendiliğinden, otomatikman yapacak. Ve fakat işte, insan denen canlı bir nevi tembel hayvan, erteleme üstadı, yan gelip yatma profesörü. Yapmak istediğim, nasılsa bir gün fırsat bulunca yaparım diye düşündüğüm şeyler için vaktim olamayabileceği fikri birden tüylerimi ürpertti. Aniden ölürsem neyse de, bu süreç yavaş olursa ertelediğim işler için nasıl pişman olabileceğimi düşündüm. Yemekten kalkıp uzun mesafe yüzmeye gittik. İngiliz Koyu’nda ikibin metre boyunca kafamın suda olduğu her saniye ertelediğim işler de benimle birlikte, yanımda yüzüyordu. Sudan çıktığımda o listedeki maddelerden birini derhal hayata geçirme kararını vermiştim.
*****
Foça’dan eve döner dönmez bilgisayarı karıştırıp o klasörü buldum. Bütçeyi güncelledim. Kurlar bu kadar yükselmişken Avrupa’ya gitmek akıl karı değildi. Hatta basbayağı delirmiş olmak lazımdı. Ama ok yaydan çıkmıştı artık, o seyahat ya-pı-la-cak-tı.
İlk iş gemi taşımacılık şirketi Un-Ro-Ro’yu aradım. Tesadüf eseri bir tanıdığım çalışıyordu şirkette. Tek yapmam gerekenin yeşil sigorta yaptırmak olduğunu söyledi. Ödemem gereken ücret de gayet makuldü. Hatta küçük bir araç olduğum için bana hatırı sayılır bir indirim de yapacaklardı. Motoru gemiye yüklemek istediğim gün pasaport ve ruhsatımla limana gitmek dışında başka hiçbir hazırlık yapmam gerekmiyordu. Prosedürlerin bu kadar kolay olmasına şaşırdım.
Ardından motoru servise götürdüm. Her ne kadar az kullansam da bunca yıl bakımını hiç ihmal etmemiş, düzenli servise götürmüş, yağına frenine, teline kayışına ihtimam göstermiştim. Lastikleri de geçen yıl değiştiğinden içim rahattı. Ancak bütün bir kış mevsimini kapalı otoparkta geçirdiğinden olsa gerek yeni peydah olan bir istop etme problemi vardı. Yıllardır beni ve minnak motorumu tanıyan Mehmet Ertürk’e Avrupa’ya gideceğimi anlattım. ‘Merak etme, her şeyi kontrol ederiz’ dedi. Birkaç günlüğüne teslim ettim motorumu.
Önceden planlanmış aktivitelerim yüzünden 23 Temmuz’a kadar İstanbul’da kalmam gerekiyordu. 24 Temmuz’da vize memurunun önündeydim. İki gün sonra vizem çıktı. Çantaları toplama vakti gelmişti.
*****
Çanta toplama faslına ayrı bir paragraf ayırmamda fayda var. Vespa ’mı satın alırken orijinal rüzgarlık ve bagaj çantasıyla almıştım. Bir büyük kask sığacak genişlikteki bu arka çantaya ek olarak, selenin altında tencere kadar bir boşluk daha vardı. İki alanın toplamı orta boy bir sırt çantası kadar ediyordu.
Yıllardır gerek iş gerek kişisel zevk için, kimi günübirlik kimi aylarca süren seyahatler ede ede, verimli bir çanta toplama üstadı olup çıktığımı gönül rahatlığıyla iddia edebilirim. On gün sürmesini planladığım bu yolculuk için gerekli kıyafetler dışında, dizüstü bilgisayarımı, fotoğraf makinemi ve aksiyon kameramı da yanıma alacaktım. Hepsinin kablosu, şarjı, kartı derken bir sürü ıvır zıvır taşımam gerekiyordu. Tüm boşlukları doğru değerlendirebilmek için yola çıkmadan birkaç gün önce eşyalarımı toparlayıp bagaj yerleştirme provası yaptım. On tişört, iki şort, bir elbise, iç çamaşırlar, havlu görevi görecek bir peştemal, ayakkabı taklidi yapacak bir çift terlik, şampuan, deodorant, diş fırçası, makineler, şarjlar… Güneş gözlüğünün kabı, motorun disk kilidi, lastiklerin spreyi derken bir ara eşyalar alıp başını gider gibi olduysa da, titiz bir planlamayla hepsini sokacak bir boşluk buldum nihayetinde. Tüm eşyam 7 kiloydu.
Son olarak, navigasyon cihazı olarak kullanacağım cep telefonumu motosiklete sabitleyeceğim bir kılıf alıp taktım ön panele.
*****
Yola çıkmadan bir şey daha oldu. Yıllar önce motorumu tasarımını çok beğendiğim orijinal kaskıyla birlikte satın almıştım. Ancak yakışıklı kaskımı o kışı kapalı garajda geçiren motorumun arka çantasında bırakmak gafletine düşmüştüm. Verildiğine pişman olunan kararlar! Aylarca kapalı garajın egzost dumanı ve tozuna maruz kalan kask tam da yola çıkmadan önce iç süngerlerinin ellerime lime lime dökülmesi suretiyle emekliye ayrılmaya verdi. Çok beğendiğim kaskımın beni terk etmesinden duyduğum üzüntü o modelin artık üretilmediğini öğrenmemle iki katına çıktı. Yerine aynısını koymak da mümkün değildi artık. Geçmiş olsun.
Neyse ki yıllar içinde bir tane de tam kapalı kask edinmiştim. Ve aslına bakarsanız uzun yola çıkarken tam kapalı kask kullanmak şarttı. Kendisine yanık olduğum Vespa kaskım benden ayrılmaya karar vermemiş olsa yola onunla çıkacaktım, diğerine bakmak aklıma bile gelmemişti. Evren mesaj yollamış, kafana gözüne sahip çık, saçmalamayı kes demişti galiba.
*****
Yola çıkmadan yaptığım şeylerden bir başkası, uzun yol tecrübesi olan motorcu arkadaşlarımla laflamak oldu. Kimi Avrupa’nın bakımlı otobanlarından Kuzey Kutbu’na çıkmış, kimi Asya’nın kuş uçmaz kervan geçmez steplerinden geçmiş, kimi Afrika’nın delik deşik toprak yollarını bir baştan diğerine aşmıştı. Ve fakat hepsi erkekti ve hepsi koskocaman motorlar kullanıyordu. Hiçbirinin küçücük bir Vespa ’yla uzun yol yapmak konusunda deneyimi olmadığı gibi, kadın sürücü olmak hakkında da –haliyle- hiçbir fikirleri yoktu.
Sorup soruşturdukça açıkça ortaya çıktı ki, Türkiye’de motosiklet seyahatine çıkan kadınların ağırlıklı kısmı sürücü değil, artçıydı. Sürücü olanlarınsa büyük çoğunluğu benimkinden daha büyük motorlar kullanıyordu. Yola çıkmadan kendime örnek alabilecek, danışabilecek birini bulamadım. Küçük motorla yola düşen bir iki kadın sürücüden, o da instagram’da seyahatimi görüp mesaj attıkları için, ancak döndükten sonra haberdar olabilecektim.
Ancak arkadaşlarımın haklarını yemeyeyim, müthiş faydalı tavsiyelerde bulundular. İstisnasız hepsi cesaret verdi, hatta bir ara biraz fazla coşmuş cesaretimi aklı başında uyarılarla tırpanladılar. Eksik ekipmanlarımı tamamlamama, faydalı aplikasyonları indirmeme yardım ettiler. Sağolsunlar.
*****
31 Temmuz’da motorumu Pendik Limanı’na götürdüm. Un-Ro-Ro’nun ekibi o kadar ilgiyle servis verdi ki, kendimi tır filosu sahibi gibi hissettim desem yalan olmaz. İşlemler tamamlandıktan sonra motorumu bagajı yüklü olarak devasa geminin bir köşesine park ettim, anahtarını teslim ettim ve üç gün sonra Trieste Limanı’nda buluşmak üzere arkasından el salladım.
Ve macera başladı.
*****
3 Ağustos’ta İstanbul’dan Lubliyana’ya sabahın köründe kalkan uçağa bindiğimde hala nasıl bir maceraya atıldığımı kavramış olduğum söylenemez. Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete diye özetlenebilecek bir ruh hali içerisinde koltuğumda uyuyakaldım. Eskiden tır şoförleri için tahsis edilen uçaklara benim gibi aracını gemiyle gönderen müşterileri de alıyorlarmış. Ödenen ücretin içine çok makul fiyatlı bir uçak bileti de dahil ediliyormuş. Motosikletli seyahatlerin popülerleşmesi gemi rotasının kullanımının artmasına, yaz aylarında yoğunlaşan bu trafik kapasitenin tır şoförleri aleyhine dolmasına, işini gücünü kovalayan şoförlerin tatile çıkmış bizim gibiler yüzünden açıkta kalmasına sebep olunca uygulama değişmiş. O yüzden uçak biletimi ayrıca kendim aldım, kendim bindim, koltuğumda tek başıma kendim uyudum. Uyandığımda inmek üzereydik.
Havaalanından çıkınca gözlerim şirketin Trieste Limanı’na kalkan servis minibüsünü aradı. Otoparkın bir köşesinde duran minibüse atlayıverdim, ama acele etmişim. Tek kelime İngilizce bilmeyen İtalyan şoförümüzün pandomiminden başka uçaklardan inecek yolcular beklediğimizi anlayınca gölgeye çekilip bir gazoz içtim. Bir saat sonra 5-6 Türk tır şoförü ve bendenizden oluşan kadromuz, süper geveze fakat kimsenin anlamadığı İtalyan sürücümüz eşliğinde yola çıktı.
Lubliyana’dan Trieste’ye yol birbuçuk saat sürdü. Planlarıma göre ertesi gün aynı yolu motorumla gerisin geri geleceğimden en öne oturup pür dikkat yolu incelemeye odaklandım. Kaç şerit var, trafik hangi hızda akıyor, emniyet şeridi ne genişlikte, tabelalar açıklayıcı mı? Tırsayım mı, yoksa sakin kalmaya devam edeyim mi?
Trieste limanının kapısına varınca İtalyan şoförümüz pasaportlarımızı alıp kapıdaki görevliye vermeye gitti. Elini bana doğru sallayarak geri döndüğünde bir şeylerin ters gittiğini anladım. Adımı kapıya vermeyi unutmuşlar. Alana giriş iznim yok. Aman ne güzel. Tam da öğle tatili. Nerede benim iznim konulu telefonlar ve yazışmalarla geçen bir yarım saatten sonra nihayet ‘clearance’ım çıktı. Bu bekleyiş esnasında araçtaki Türk tır şoförleriyle tanış olduk. Elimde tuttuğum Türk pasaportunu görmelerine rağmen dış görünüşüme ve tek başıma orada bulunuşuma bakarak benim Türk olamayacağıma, olsa olsa Türk bir tır şoförünün yabancı uyruklu eşi olabileceğime kanaat getirmişlerdi. Nereli olduğum merak konusuydu. İtalyan mıydım acaba? Bunu duyunca bir kahkaha patlattım. İstanbulluyum dedim. İçinden. Şakır şakır Türkçe konuştuğumu duyunca ağızları şaşkınlıkla açıldı, fakat hemen ardından sorular yağmur oldu yağdı üzerime. Ne arıyordum buralarda, niçin gelmiştim, tek başıma ne yapıyordum? Bütün bu tırların, konteynerlerin, dorselerin, vinçlerin arasında ne işim vardı? Anlattım. Aracımız da limanın içine girdi.
Bizim gemi öğleden sonra dörtte yanaşacaktı. O zamana kadar boş vaktim çoktu ve o kadar konteynerin arasında ne yapacağımı pek bilmiyordum. O yüzden tır şoförlerinden biri araçtan inerken çay ısmarlamayı teklif edince ikiletmedim. Ayhan Abi’nin peşine takılınca yeni bir dünya açılıverdi önümde, meğer Trieste Limanı’nın ortasında küçük bir Türkiye varmış! Bir bakkal, bir lokanta, yanında bir kahvehane… Hepsinde Türkçe tabelalar.
Kahvehaneye girdik. Tüm kafalar anında bana döndü. İki sandalye çekip oturduk, iki çay söyledik. Duvardaki televizyonda bizim kanallardan biri açıktı, haberler yayınlanıyordu. Trieste liman kıraathanesinde Karadenizli Ayhan Abi’yle benim yola çıkış maceramdan başlayıp onun uzun yol hikayelerine, oradan da memleket meselelerine uzanarak birkaç saat lafladık. Sohbetimizin bir noktasında bana İtalya’dan satın alabileceğim, fakat tüm komşu ülkelerde geçerli internet pakedinden bahsedince gözlerim parladı. Tam ihtiyacım olan şey. Yazdım hemen bahsettiği simkartı bir kenara. Saat dörde yaklaşırken ayrılma vakti geldi. Ayhan Abi elin Trieste Limanı’nda beni tek başıma bırakmak istememiş, açıkça söylemese de benim gitme vaktim gelene kadar kendi işini ötelemiş, bana eşlik etmişti. İçtenlikle teşekkür ettim.
Artık motoruma kavuşma vaktiydi. Gemi şirketinin liman içindeki ofisini buldum. Tek katlı binanın kapısını itip içeri girdim. İçerideki kalabalığı gözlerimle tarayıp bir sağa bir sola baktım ve nereye gitmem gerektiğine karar vermeye çalıştım. O sırada tam karşıda duran genç bir kadın bana doğru döndü, göz göze geldik ve ‘Aaa, Aylak İlsuuuuu’ diye bağırdı! Donup kaldım. Yok artık!
Ara sıra İstanbul sokaklarında beni aynı nidayı savurarak tanıyan bir takipçim çıkar. Tanışıp sohbet ederiz. İstanbul’da doğal gelen bu karşılaşma, en olmayacak yerde tekrarlanınca insanı şaşkınlıktan yerine mıhlayıveriyor. Neyse ki Özlem benim kadar şaşalamış değildi, hemen yanıma geldi, kendini tanıttı. Ortak arkadaşlarımız vardı, onların aracılığıyla blog’umu keşfetmiş, sosyal medyada beni takip etmeye başlamıştı. O ve eşi motosikletleriyle Fransa’dan İtalya’ya çok güzel bir tur yapmışlar, motorlarını dönüş yolculuğu için gemiye yükletmek üzere limana gelmişlerdi. Kendileri de Venedik’ten uçakla Türkiye’ye dönecekti. Bana iyi şanslar dilediler, aldım cebime attım.
Onlardan ayrılınca ofiste İlker (Tarım)’i buldum. Gemi şirketinin Trieste’deki yetkilisi oydu ve zaten beni bekliyordu. Ayhan Abi, Özlem, İlker… Henüz neredeyse sadece Türklerle muhattap olduğumu bilmem fark ettiniz mi? İşlemleri tamamladım, o sırada motorumu gemiden indirip ofisin önüne kadar getirdiler. Anahtarını elime bıraktılar. İşte buraya kadardı. Bundan sonra tek başımaydım. Macera şimdi başlıyordu.
*****
Macera başlayamadı.
Arka çantayı açıp kaskımı çıkardım, yerine yanımda getirdiğim eşyaları koydum. Birkaç parçayı da selenin altındaki bölmeye yerleştirmek üzere anahtarı çantadan çıkarıp sele kilidine soktum. Çevirdim. Anahtar boşa döndü. Tekrar denedim. Tekrar boşa döndü. Eyvah.
Selenin açılmaması büyük problem sayılmazdı, altında benzin deposu girişi olmasa! Eşyalar nasılsa bir yerlere sığdırılırdı da benzin olmadan bu gezi başlamadan biterdi. Talihsizlik şuydu ki, haftasonuna girmiştik artık, bir cuma öğleden sonrasının ilerleyen saatlerindeydik. Tamirci aramaya kalksam, Avrupa’da hele İtalya’da haftasonu çalışan birini bulmam kimbilir kaç saat sürecek ve kaç Avro’ya mal olacaktı! Birden durumu bütünüyle kavradım. O kilidi mutlaka açmam, gerekirse seleyi kırmam gerekecekti. Başladım kilidi kurcalamaya, kapağı itip kakmaya…
Ben sevgili motosikletimle Kırkpınar pehlivanı gibi güreş tutmuşken bir iş için ofisin dışına çıkan İlker yanımdan geçti. Neler olduğunu anlamak için durunca durumu açıkladım. Kısa bir süre ortadan kaybolup elinde bir tel parçasıyla geri döndü. Bu kez iki kişi bu telle kurcalamaya başladık kilidi. Dışardan görüntümüz elbette son derece şüphe uyandırıcıydı: Biri sele kapağını zorlayarak kaldırmış, öbürü aradan tel sokup kilidin dilini yukarı itmeye çalışıyor! Limana giren çıkan tüm ahali yanımızda birkaç saniyeliğine yavaşlayıp ne yaptığımıza bakıyor, meraklanıp soru soruyordu. Birinin motorunu çalmaya çalışmıyorduk, değil mi?
O geç öğleden sonra saatinde dahi asfaltta yumurta pişirme derecesine ulaşmış bir sıcağın altında dakikalarca uğraştıktan sonra İlker kilidi açmayı başardı. Selenin açılmasıyla kilidin dilini tutması gereken minik vidanın yerinde olmadığını gördük. 13 sene boyunca sakin sakin takılı durmuş bu vidacık, tam da ben ilk uzun yol seyahatime çıkarken ortadan yok olmuştu. Nankör.
İlker’e minnetle teşekkür edip motoru çalıştırdım. İçimden ‘şu macera da başlayacaksa başlasın artık’ deyip bastım gaza.
*****
Çizmenin diz üstündeki kıvrım kıvrım, basenlere yakın bölümünde ikiyüzbin kişinin yaşadığı bir sınır kenti Trieste. Roma İmparatorluğu’ndan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na, oradan İtalya Devleti’ne uzanan tarihçesinde daima deniz ticaretine açılan önemli kapılardan biri olmuş. Yirminci yüzyılın dünya savaşları ve politik çalkantıları sırasında el değiştirirken değerini kaybeder gibi olduysa da sonradan toparlanmış. Bugün hala Akdeniz’in önemli liman kentlerinden biri.
Zihnimdeki liman imgesi fazlasıyla güçlü olduğundan Trieste’yi hinterlandında bir sanayi bölgesi bulunan sevimsiz bir şehir olarak hayal etmiştim. Denizde dev şilepler, sokaklarda tırlar, gökyüzü siluetini kaplayan vinçlerle modern, boğucu ve gri bir yerdi kafamda. İnsan gitmeden internette fotoğraflarına şöyle bir bakmaz mı? Bakmadım. Burada vakit geçirmeyi hiç düşünmediğimden bakmamıştım. O yüzden limandan çıkıp şehre dalınca afalladım.
Hava güneşli, hafif rüzgarlı ve bulutsuzdu. Birkaç yüzyıllık binalarla bezenmiş uzun sahil yolu cıvıl cıvıl kafe ve restoranlarla doluydu. Denizde beyaz yelkenlerini açmış küçük tekneler salınıyor, sokaklarda renkli scooter’lar vızır vızır dolanıyor, kaldırımdan yürüyenlerin çiçekli kısa etekleri utanmazca uçuşuyordu. Kordon boyunca aheste aheste motorumu sürerken ani bir mutluluk patlaması yaşadım. Aman ne iyi yapıp da gelmiştim!
Saat artık ilerlemişti. Yavaştan kalacağım yeri bulsam iyi olacaktı. Birkaç gün önce internetten bulduğum en ucuz otele tek kişilik bir rezervasyon yapmıştım. Aslında niyetim tüm seyahatim boyunca hostellerde kalmaktı, fakat ilginç bir şekilde Trieste’de hostel yoktu. Kenara çekip navigasyona Hotel Portacavana’nın adresini girdim. Bir yandan da motorumun ağırlığına alışmaya çalışıyordum. Buraya gelene kadar aklıma bile gelmemişti, fakat limandan çıkar çıkmaz fark ettiğim üzre, geçtiğimiz onüç sene boyunca Vespa ’mı tek bir kez bile bagajı tam dolu olarak kullanmamıştım. Getirdiğim eşya hepi topu 7 kiloydu, ancak kendi ağırlığı sadece 105 kilo olan motosikletime eklenen bu artış özellikle kavisli yol ve dönüşlerde kendini hissettiren bir fark yaratıyordu. Otele giden yolu uzatmaya, motorumun yeni ağırlığına alışana kadar Trieste’nin sokaklarını şöyle bir dolaşmaya karar verdim.
Onbeş km‘lik bu ekstra sürüş benim için aynı zamanda hızlandırılmış şehir turu görevi gördü. Ana meydanlara uğradım, şehrin yokuşlu tepelerine tırmanıp manzaraya baktım, birkaç tarihi kilise gördüm, yayalara ayrılmış sokakların etrafında dolandım. Nihayet Portacavana’ya gelince de hoş bir sürprizle karşılaştım, dekorasyonuyla mobilyasıyla nevi şahsına münhasır, mükemmel konumda, küçük bir otel çıktı burası.
Çok seyahat ettiğim için bana sık sık gördüğüm yerler arasından nerede yaşamak isteyeceğim sorulur. Cevaben Afrika’dan bir yer söylememin beklendiği çok olmuştur. Veya Pasifik’te sabahtan akşama mercanlara dalabileceğim, uzaklarda bir ada… Bu seçenekler de kuvvetli birer gönül çelici, fakat itiraf ediyorum, İtalya’da yaşamak da fena fikir değil. İtalyanlar’ın yaşama iştahlarına, gustolarına, estetik zevklerine gıpta ediyorum. Trieste’de otelden sokağa çıkar çıkmaz hepsi pek şık kıyafetler içinde genciyle yaşlısıyla karışık bir nüfusun akşam yemeği öncesi aperativo mekanlarını doldurduğunu gördüm. Ellerinde birer kadeh serinletici içkiyle sokaklara yayılmış, ayakta sohbete dalmışlardı. Biz en gelişmiş, en çağdaş yaşam alanlarımızda, en ‘kurtarılmış bölge’lerimizde dahi bu atmosferi yakalayamadık bana sorarsanız. Biraz buruk, biraz sevinçli aralarına karıştım.
*****
Sabah ilk iş Ayhan Abi’nin bahsettiği internet pakedini almak üzere bir telefon bayine gittim. Satıcı pakedin aktive olması için bir saat beklemem gerektiğini söyleyince bir kafede oyalandım. Bir saat sonra internetim açıldı ve Slovenya sınırını geçtiğim andan itibaren seyahatin sonuna kadar bir daha çalışmadı!
İkinci gereksiz hareketim de koşa koşa gidip güneş kremi satın almak oldu. Bir önceki gün kilidi açmak için uğraşırken güneş kafamda boza pişirince korunmam gerektiğine kanaat getirmiştim. Ama güneş muhakeme yeteneğimi de paralize etmişti sanırım. Kremi almıştım almasına, ama nereme sürecektim acaba? Kasktı, monttu, dizlikti derken her yerim kapalıydı. Güneş görecek, açıkta tek bir yerim yoktu ki! Şişe bir Avrupa turu atıp açılmadan geri döndü.
Trieste’den nihayet çıktığımda saat öğleni bulmuştu. Navigasyonu açtım, sınıra giden yola girdim. On gün süren yolculuğum boyunca en tedirgin olduğum an buydu işte. Çünkü artık otobana çıkacaktım. Geçmişte Türkiye’de yaşadığım az sayıdaki otoban tecrübemin eğlenceli olduğu söylenemezdi. Bizim sürücülerimiz küçük araçları trafikteki gereksiz vızıltılar olarak algılıyor. Bisiklet ve motosiklet gibi iki tekerlekli araçların neredeyse var olma hakkı yok. Örneğin, şeridinizde hız sınırına uyarak giderseniz en iyi ihtimalle korna yersiniz. Daha olası olan, ardınızdaki sürücünün haddinizi bildirmek üzere sizi sollaması, tehlikeli derecede yakınınızdan aşırı hızla geçerek ödünüzü patlatmasıdır. Gideceği yere geç kalıyor adam sizin yüzünüzden, hala geçmiş şeridin ortasına, normal normal sürüyorsunuz. Çekilin kenara!
Bu zihniyet şehir içi trafikte şekil değiştirir. Bu sefer sizden beklenen makas atmanızdır. Otomobil sürücüleri bir yandan kuryelerin, hamburger teslimatçılarının, pideci çıraklarının tehlikeli manevralarından dert yanar, bir yandan sizin neden onlar gibi kullanmadığınıza mana veremez. Kırmızı ışık yanıp herkes durunca siz niye duruyorsunuz ki? Araçların arasında slalom yapıp kaçsanıza. Salak mısınız.
Diyelim gerçekten akmayan bir trafikte sıkıştınız ve sizden beklendiğini sandığınız üzere araçların arasından ilerlemeye karar verdiniz. Bu durumda da sevgili sürücülerimiz yolu açmaz. Aynadan sizi görür, ama direksiyonu yarım metre kırıp geçmenize izin vermez. O bekliyorsa siz de bekleyeceksiniz, yok öyle yağma! Toplu taşıma araçlarının, taksilerin, minibüslerin, halk otobüslerinin teröründen hiç bahsetmiyorum. Yaşadığımıza duacıyız.
Bu ahval ve şeraitte yetişmiş bir motosiklet sürücüsü sıfatıyla Slovenya sınırına doğru yola düştüğümde içimdeki güvercin tedirginliğini tahmin edebiliyorsunuzdur artık. Bütün duyularım açık, konsantrasyonum tavan, gözlerim fıldır fıldır çevremi tarayarak, diken üzerinde ve bunca huzursuz oluşu da kendime hiç yediremeyip azıcık utanarak Trieste’yi arkamda bırakıp otobana çıktım.
Çıkar çıkmaz tuhaflığı fark ettim. Otomobiller beni sollamadan önce, uzun bir süre epey bir mesafe bırakarak arkamdan geliyor, nihayet sollamaya karar verdiklerinde şeridin iyice uzak kenarına yaklaşıyor, yanımdan yavaşlayarak geçiyor, direksiyonu önüme kırmak yerine uzuuun bir boşluk bıraktıktan sonra benim şeridime geçiyorlardı. Tır ve otobüsler daha da acayipti, sollamaya geçmeden önce farlarıyla beni uyarıyorlardı. Sanki tüm sürücüler beni koruma altına almış, pamuklara sarmış, güvenli bir yolculuk yapayım diye çırpınıyorlardı. Şaka mıydı bu?
Sınıra kadar bu şaşkınlıklıkla sürdüm. Sınır dediğim lafın gelişi elbette. ‘Sınırdan geçiyorsunuz’ yazan bir tabeladan ibaret. Geçer geçmez gördüğüm ilk büfede durdum. Slovenya otobanları ücretli olduğundan benzin istasyonu veya büfelerden 7 Avro’ya otoban bileti (vinyet) almanız gerekiyor. Etiket şeklindeki bileti ön camınıza yapıştırıp devam ediyorsunuz. O sırada ön panele taktığım cep telefonumun ve gopro’mun güneşten ısınıp hata verdiklerini fark ettim. İkisini de söküp biraz serinleyince tekrar düzeleceklerini ümit ederek bagaja attım. Nasılsa bundan sonrası dümdüz yol. Tabelalar da İngilizce olduğuna göre navigasyona ihtiyaç yok. Biraz da su içip cehennem sıcağından kavrulan yola tekrar çıktım. Sürücülerin nezaketi antidepresan etkisi yaptı üzerimde, huzursuzluğum sıfırlandı. Sınırdan Predjema’ya kadar büyük keyif alarak sürdüm motoru. Bir saat sonra karşımdaydı.
Predjama Şatosu 123 metre yükseklikte bir yamaca 800 yıl önce inşa edilmiş. Gizli tünel efsaneleri ve üzerine oturduğu mağarasıyla bir orta çağ şatosunun sahip olması gereken tüm gizemi barındırdığından olsa gerek Slovenya’nın görülecek yerler listesinde üst sıralarda. Aslında önceliğim bu şatodan ziyade Avrupa’nın en uzun karst mağarası Postojna’yı ziyaret etmekti. Fakat dersimi yeterince çalışmamışım. Yolda şatonun tabelasını görür görmez saptım, altındaki mağaraya tur yapıldığını görür görmez de bilet aldım. İçeri girip duvarlarda başaşağı asılı yarasalara bakar ve bu gayet sıradan mağaranın neden bu kadar ünlü olduğunu anlamaya çalışırken rehberin ‘Postojna’yı da ziyaret ettiniz mi?’ sorusuyla duruma ayıldım. Meğer Predjama Şatosu ve mağarasıyla Postojna Mağarası arasında 9 km varmış. İnternette ikisinin fotoğrafı genellikle birlikte kullanıldığından karıştırmışım. Onu da yarın gezerim diyerek hostele yollandım.
*****
Hayatımda hostelde ilk defa 1996’da kalmıştım. Fransa’da düzenlenen bir gençlik organizasyonuna katılan kalabalık bir Türk ekibinin içindeydim. Toulouse’daki etkinliğe gitmeden önce Lyon’da iki gün geçirmek istemiştik. Yatakhanesini kapattığımız ve nefis şamata yaptığımız hostele gecelik 8 franc verdiğimizi hatırlıyorum. Fikir verebilmek için internetten Avro öncesi eski kurlara baktım, bugünün parasıyla 7-8 TL’ymiş. Hakikaten çok ucuz bir konaklama biçimiydi hosteller; ya eski okul yatakhanelerinden çevirilir ya da yatakhanelere benzetilerek inşa edilirdi. Yaş sınırı vardı ve hemen hemen sadece öğrenciler tarafından kullanılırdı. Tabii içerisi dökülür, saatlerce duş tuvalet sırası beklenir, insana adeta bir 70’ler Hababam Sınıfı nostaljisi yaşatılırdı.
Bu anılar kalacağım hostelin eski bir lise binası olduğunu görünce aklıma geldi. Belli ki Demir Perde zamanından kalma, bahçe içinde, iki katlı bu güzel okul binası bir 21. yüzyıl girişimcisi tarafından satın alınıp elden geçirilmişti. Kapılarda elektronik kilitler, sensörlü duşlar ve kredi kartlı otomatlarla hostelin kalite standardı İnek Şaban’ınkinden epey yukarı çıkmıştı, ama fiyatıyla birlikte elbette. Açıkçası benim de bu yaştan sonra daha aşağısına katlanacak sabrım yoktu zaten.
Ertesi sabah gittiğim Postojna’nın farkını kapının önüne gelince anladım. Kuyruk Fizan’a kadar gidiyor, en az 300 kişi bilet almış girişte bekliyordu. Bu dev mağaranın varlığı onüçüncü yüzyıldan beri bilinse de, tam olarak ikiyüz sene önce Luca Cec tarafından keşfedilmiş. 1819’da ziyarete açılmış. 1872’de içine bir tren hattı kurulmuş, 1884’te bugünkü iç aydınlatmalar yapılmış. Kapıdan girerken bir görevli askılı tişörtüme bakıp içerisinin 8 derece olduğunu ve turun birbuçuk saat süreceğini hatırlattı, sağolsun. Tir tir titrememek için yün bir pelerin kiraladım.
Ne kadar büyük olduğunu ifade etmek için mağaranın girişinde bindiğimiz trenin tur başlangıç noktasına kadar içeride 21 km katettiğini söyleyeyim. İndikten sonra kalabalık bir grupla rehber eşliğinde uzun yürüyüş parkurunu tamamladım. Çeşitli boy, ebat, renk ve şekillerde sarkıt ve dikitler dramatik biçimde aydınlatılmıştı. Rehberler türlü hayvan ve nesnelere benzettikleri kayaları ellerindeki lazerle işaret ederek hayalgücümüzü zorlayıp durdular. ‘Şu karst tıpkı çaydanlığa benzemiyor muydu?!’ Yoo, benimkine değil.
Postojna Mağarası’ndan ayrıldıktan sonra yine otobandan başkent Lubliyana’ya doğru yola çıktım. Bu kez trafik hem kalabalıktı, hem de epey hızlı akıyordu. Üstelik sağlam bir rüzgar da esiyordu. Bu, benim minik motorumu epey sarssa da bozmadık, devam ettik. Kalabalığı engellememek için zaman zaman emniyet şeridinden gitmeyi tercih ettim. Biraz da ben kibarlık yapayım canım, Slovenler de Türk sürücü görsün. Vespa’m hayatının hız rekorunu bir ara ibreyi 100’e dayayarak gördü bu yolda. Hey, sakin ol şampiyon diyerek yavaşlattım kendisini (Evet, kendisi benden ayrı bir varlık adeta).
Bir saat sonra Lubliyana’da kalacağım hostelin kapısındaydım. Kapı kapalı olunca uzun uzun zili çaldım, açan olmadı. Hah dedim, çok süper oldu. Yoldaki rüzgardan iyice sersemlemiş, motor ceketinin ve kaskın altında sıcaktan bitmişim, şimdi de sokakta kaldım. O sırada kapıya iliştirilmiş telefon numarasını gördüm. Tam arıyordum ki, içeriden biri gelip kapıyı açtı. Artık suratıma nasıl bir ifade takındıysam, daha ben ağzımı açamadan ‘Vallahi burada çalışmıyorum, ben de burada kalıyorum’ dedi acele acele. Güldük.
Yerleşip Lubliyana sokaklarına bıraktım kendimi…
*****
Bundan 15 sene önce İstanbul’da katıldığım bir pazarlama konferansında dinlediğim bir konuşmacı, bazen bir kişinin tek başına nasıl da ülkesinin en etkili tanıtım elçisi olabileceğini başından geçen bir hikayeyle anlatmıştı:
Konuşmacımız yıllar önce bir gün bir otelde tuvalete gider. Yan pisuvara bir Sih gelir. Bizimki adamın sarığına dikkatli dikkatli bakınca konuşmaya başlarlar, adam Sri Lankalı olduğunu söyler. Bizimki ‘Sri Lanka’ya hiç gitmedim, nasıl bir yer?’ diye sorar. Sih, bir yandan hacetini gidermeye devam ederken bir yandan da ülkesini ve inancını anlatır. Öyle samimi bir sevgiyle ve taşkın bir coşkuyla söyler ki söylediklerini, bizimki çok etkilenir. Ellerini yıkarken daha 30 saniye önce haritada yerini gösteremeyeceği Sri Lanka’nın harika bir yer olduğuna ve en yakın zamanda gidip görmesi gerektiğine karar vermiştir bile.
Konuşmacının bu anısını anlatmasının sebebi kendisinin (daha doğrusu şirketinin) Slovenya’nın ülke tanıtımı görevini üstlenmiş olmasıydı. Bir ülkeden marka yaratmaya çalışmanın zorlukları konuşmasının ana konusuydu. Mücadele etmesi gereken bariyerler daha ülkenin adından başlıyordu, zira çoğu insan Slovenya’yı Slovakya ile karıştırıyordu. Ona kalsa ülkeye yeni ad seçerdi.
Ardından, tıpkı karşılaştığı o Sih gibi ülkesi ve kültürüyle gurur duyan Slovenler yaratmak gerektiğini düşünüyordu. Her bir vatandaş tek başına devletin para harcayarak yapacağı reklamdan kat kat fazlasını yapardı. Oysa demir perdeyi kenara daha yeni ittirmiş Slovenler neleriyle gurur duyacaklarını henüz pek bilemiyordu.
Eski bir pazarlama profesyoneli olarak, o günden bugüne Slovenya’nın markalaşma konusunda (ne kadarının bizim konuşmacının katkısıyla olduğunu merak ettiğim) takdire değer bir başarısı olduğunu, uzun bir yol kat ettiğini düşünüyorum. Bugün ülkenin adını gayet iyi öğrendiğimiz gibi, bir çoğumuz da -örneğin- Bled Gölü’nü duymuşuzdur. Dağından gölüne, mağarasından kanyonuna doğal güzelliklerin tanıtımı ve doğa turizmi için sarf edilen efora bakınca Slovenya’nın kendini ‘doğa aktiviteleri ülkesi’ olarak konumlandırdığı açık.
Bunları başkentin orta yerinde oturduğum kafede etrafımdaki turist akınına bakarken düşünüyordum. 270 bin nüfusu olan şehrin an itibariyle bir milyon barajını aşmış olması mümkündü, öyle bir insan seli vardı. Tüm kafeler, dükkanlar, nehrin üzerindeki tarihi köprüler, meydan, irili ufaklı merdivenler, hatta nehrin üzerinden ara ara geçen seyir tekneleri dahi ağzına kadar yabancı turistle doluydu. Kimsenin trekking’e gidiyormuş ya da rafting yapacakmış gibi bir hali de yoktu. Hep birlikte tembel tembel oturmuş Aperol Spritz içip dondurma yalıyorduk. Bu sıcakta zaten başka ne yapılırdı?
Öğlene kadar adıma halel getirmeyecek şekilde aylak aylak takıldıktan sonra tekrar yola koyulmaya karar verdim. İstikamet Bled Gölü… Henüz bir saat olmamıştı ki, gölü çevreleyen kasabanın sokaklarındaydım. Seyahate çıkmadan önce rotamı planlarken günlük katedeceğim mesafeleri kısa tutmaya özen göstermiştim. Hem sıcakta fazla hırpalanmamak, hem de ertafı gezmeye vakit ayırabilmek için. Fakat biraz fazla kısa tutmuşum galiba. Bu kez sürüş sürem çok yetersiz geldi, tatmin olmadım. Planı yapan ben değilmişim gibi ‘Ne güzel gidiyorduk ya, niye durduk şimdi’diye söylenirken buldum kendimi.
Bled Gölü, çevresi sallana sallana yürüyerek iki saatte dönülecek kadar küçük. Epey turistik bir bölge haline dönüşmüş olmakla birlikte, hala yerli halkın tatil yöresi olma havasını da koruyor. Slovenler çayırda çimende yayılmış kitap okuyor, piknik yapıyor, göle giriyordu. Göle uzanan sabit veya suda yüzen iskeleler vardı, ancak halk genellikle ağaçların arasından, çalıların içinden ya da bulduğu ilk aralıktan suya atlamayı tercih ediyordu. Yanımda mayo getirmediğim için aralarına karışamayıp uzaktan gıpta ederek izlemekle yetindim.
Bir kere yürüyerek turladıktan sonra gidip motorumu aldım ve bir kere de motorla etrafında döndüm gölün. Yeterince dolaştığıma karar verince göl kıyısında mangalda tavuk kanadı yapan bir tezgahın kenarına çöktüm. Bütün gün doğru dürüst bir şey yemedikten sonra öyle enfes geldi ki… Evet, bir de böyle bir şey çıktı başıma. Sıcaktan yemek yiyememek! Sabah kahvaltı yerine buzlu çay ya da soğuk kahve içip yola koyuluyor, bütün gün sadece sıvı veya dondurma tüketip ancak akşam güneş battıktan sonra bir şeyler yemeye güç buluyordum kendimde. Zorunlu aralıklı diyet. Çok aralıklı ama. Her kadının rüyası.
*****
Motosikletle Slovenya’da olduğumu instagram’da paylaşınca While Travelling hesabının sahibi Evrim Kanbur mesaj atıp civarda olduğunu söyledi. Evrim’le birbirimizi uzundur takip ediyor, ama yüz yüze tanışmıyorduk. Bled Gölü’ndeki ikinci güne Evrim’le buluşarak başladım.
Çin’de yaşayan Evrim, taşınma ve tutunma maceralarını anlatmaya başlayınca sohbetimiz tadından yenmez oldu. Sıfırdan dil öğrenme çabası, Çinliler’in bize tuhaf gelen alışkanlıkları, çevre edinmenin zorlukları, dünyanın en kalabalık ülkesinde girişimcilik maceraları derken saatleri nasıl yedik bilmiyorum. Farklı yönlere doğru devam etmek üzere birbirimizden ayrılırken tekrar yollarda buluşabilmeyi diledik.
Evrim’den ayrılınca motora atlayıp Vintgar Kanyonu’nun yolunu tuttum. Slovenya’nın görülecekler listesinde yine üst sıralardaki bu kanyona, her yerde tur ilanlarına rastladığım için mi, rüya gibi fotoğraflarını görmüş olduğum için mi bilinmez, beklentim yüksek gittim. Hata etmişim. Benzerleri Türkiye’nin dört köşesinde bulunabilecek bu kanyonu güzel ambalajlamış Sloven Devleti. Darısı başımıza. Bled’in yaklaşık 4 km uzağındaki Triglav Milli Parkı’nın içinde kalan Vintgar 1891’de keşfedilmiş ve daha o zamanlarda turizme açılıp ziyaretçilerin ilgisini çekmiş. Bugün özellikle Temmuz ve Ağustos aylarında binlerce kişiyi ağırlıyor. Radovna Nehri’nin oyduğu derin kayaların arasından kıvrıla kıvrıla 1,6 km ilerleyen kanyon boyunca ahşaptan yapılmış asma yol ve köprüler sayesinde su seviyesinin hemen üzerinden yürüyebilmek, yemyeşil ve berrak nehir suyunun ışıktaki yansımalarına yakından bakabilmek mümkün. Kanyonun sonunda da küçük, ama gerçekten küçük bir şelale var. Bir saatte şelaleye kadar gider, yarım saatte de dönersiniz. Bu kadar. Beklentinizi yüksek tutmayın ki hoşça vakit geçiresiniz.
*****
Bugün Avusturya sınırını geçerek Klagenfurt’a geldim. Slovenya’dan Avusturya’ya geçişte gişeler var. Sınıra geldiğinizi trafik yavaşlayıp bir kuyruk oluşunca anlıyorsunuz. Diğer araçlar gibi kuyruğun sonuna takıldım. Dağlar arasındaki bu kavisli yollarda sondayken başın nerede olduğu görülmüyor. Meğer kilometrelerce devam ediyormuş o kuyruk. Motorluyum diye öne geçmeyi ayıp saydım. Medeni bir sürücüydüm ben, kuyrukta sıramı beklerdim. O sırada ne göreyim, bir motor yanımdan geçti gitti. Arkasından bir tane daha, sonra bir tane daha. Bir kere kuyruğa girmiş bulunduğumdan çıkmaya utandım. O sıcakta arabalarla birlikte durdum. Halbuki arabalılar pencereleri kapatmış, klimaları açmış, püfür püfür oturuyorlar içeride. Dur kalk’larla geçen kimbilir kaç dakikadan sonra gişelere vardığımda iyice pelte kıvamına gelmiştim. O da benim kibarcıklığıma müstehaktı.
Klagenfurt’a girince kalacağım hosteli bulmak zor olmadı, şehrin başından sonuna on dakikada yürünebilecek tek ana caddesinin üzerindeydi. Hostelin epey büyük yatakhanesindeki pencerelerden birinin geniş nişine yerleşip üzerinde pek bir hareket olmayan aşağıdaki caddeyi seyretmeye koyuldum. Yatakhaneyi paylaştığım iki güleryüzlü Alman genç, nereli olduğunu bilmediğim başka bir kızla sohbet açmak için buraya Wörthersee’de dalış yapmaya geldiklerini söyledi. Dalış mı, gölde mi? Konu sualtı olunca soruyu benim sormam beklenirdi, ama kelimeler benim değil kızın ağzından döküldü. Almanlar benimle de tanıştılar, sorularına nezaketle cevap verdim, fakat konuşmaya devam etmek istemediğimi açıkça belli edecek şekilde yüzümü pencereye çevirip üzerinde pek bir hareket olmayan caddeyi seyretmeye döndüm. Onlar da, belli ki hayatında hiç dalış yapmamış kıza gölde nasıl dalış yapıldığını anlatmaya koyuldular.
Hayır, genellikle soğuk bir insan değilimdir. Seyahatlerde bol bol yeni arkadaş edinir, bir çoğuyla da ilişkimi yıllarca sürdürürüm. Fakat bu yolculukta içimde bastırılması güç bir yalnız kalma isteği oluştu ve günler ilerledikçe fırındaki kek gibi kabardıkça kabardı. Bled’de Evrim’le sohbet etmek iyi gelmişti, ama şimdi tek başıma olmak istiyordum. Yalnızlık istiyordum. Fakat öyle içime dönüp kendimi keşfediyor falan da değildim. Üzerinde düşündüğüm belirgin bir konu, kafamı meşgul eden bir sorun yoktu. Sıradan şeylerle meşguldum. Olduğum yerdeydim. Yaptığım şeyi yapıyordum. Dingindim. Tek başına seyahat etmenin beni iyice korkusuzlaştıran, iyice yenilmez hissettiren bir yan etkisi var. Sanki onu bulmuşken ileride lazım olur diye depoluyordum da, kimse araya girip işime engel olmasın istiyordum. O kadar.
Klagenfurt, Avusturya’nın en güney eyaletinin başkenti. Aslında oldukça küçük bir şehir, nüfusu yüzbin kişi. Yanı başında Wörthersee (Wörth Gölü) gibi bir güzellik uzanıyor. Bu gölün varlığı yazın nüfusun patlamasına yol açtığı gibi, kimilerine göre burayı Avusturya’nın Monte Carlo’su yapıyormuş. Teşbihte hata olmaz derler, ama bunda var sanki biraz. Monte Carlo’yu duyunca sokaklarda Ferrariler görmeyi beklebilirsiniz. Beklemeyin. Öyle şaşaalı bir atmosferi yok, ancak Wörthersee çok hoş bir sayfiye bölgesi. Diğerlerini sessizliğimle daha fazla taciz etmemek için hostelden çıkıp motorla gölün çevresini turlamaya karar verdim. Zaten buraya bunun için gelmedim mi?
Gölün güneyindeki yolu izlemeye karar verdim. Tam olarak ne yapmak istediğimi bilmiyordum. Belki bir yerde otururdum ya da belki gölün etrafını dönerdim? Amaçsızca yola koyuldum. Sahili takip ederek sürdüm. Güzel evler, parklar, plajlar, iskeleler, bahçeler geçtim. Uzakta koyu lacivert bulutlar görünüyordu. Güneşin birazdan kaçacağı kesindi. Fakat plajlara serilmiş Klagenfurtlular arasında yerinden kıpırdayan yoktu. Hava serinlese bile son damlasına kadar güneşten faydalanmaya kararlıydılar anlaşılan.
Wörthersee’nin adı eski Almanca bir kelime olan Werder’den geliyormuş. Ada anlamına gelen bu kelimenin göle ismini vermesinin nedeni gölün üzerindeki üç küçük adaymış. Bunlardan biri, gölün en meşhur yeri Maria Wörth, artık ada değil yarımada. 1770’te anakaraya bağlanan bu küçük toprak parçası buraların en popüler romantik düğün mekanına evsahipliği yapıyor: Maria-Wörth Kilisesi.
Tabelayı görünce motoru sağa kırdım. Bakımlı çimlerle çevrelenmiş patikadan kıyıya ulaşınca gölün etrafını turlama isteğim uçup gitti. Nasıl güzel bir yerdi burası böyle! Kıyıda gördüğüm manzara şuydu: Küçük bir vapur iskelesi, iskeleye bakan yan yana dizilmiş şezonglar, köşede bir dondurmacı, arkada Maria-Wörth Kilisesi.
Yatay bir S harfi şeklinde uzanan Wörthersee’nin uzunluğu 16,5 km, genişliğiyse 1,5 km. Kıyısında durunca karşıyı görebildiğim, fakat sağıma soluma bakınca nerede başlayıp nerede bittiğini göremediğim için burası bana Boğaz kıyısındaymışım hissi verdi. Su mavi-yeşil ve çok berraktı. Elli sene önce çamur gibiymiş. Akarsu ıslah çalışmaları, atıkların kontrolü derken bugün göl cam gibi olmuş.
Kilise hakikaten o kadar güzel bir konumda ki, evlenmeye niyeti olmayanın bile aklı çelinir. Tecrübeme dayanarak söylüyorum, tam Vespa’yla kendi düğününe gelin gidilecek mekan! Gotik üsluptaki bina 15.yy’da yapılmış. Sadece evlenmek isteyenler için değil, Hıristiyan hacılar arasında da popüler bir kilise Maria-Wörth, çünkü 3.yy’da yaşamış ve öldükten yüzyıllar sonra kalıntıları Roma’dan getirilip buraya gömülmüş iki azizin ebedi istirahatgahını barındırıyor.
İçinden Huckleberry Finn inecekmiş gibi duran Missisippi tarzı sevimli vapurlar, zarif beyaz kuğular, kuğulara eşlik eder gibi rüzgarla salınan beyaz yelkenli tekneler, arkada uzanan Alp Dağları’nın karlı silüeti. Bunları görünce -sanki sonradan aynı duyguyu verebilirmiş gibi- hepsini bir kadraj içine sabitleme arzusunun tavan yapmaması çok zor.
Motoru kıyıya park edip dondurmacıdan dondurma aldım. Bu seyahatte öğle yemeklerimin vazgeçilmez mönüsü. Şezlonglardan birine oturdum. Ve saatlerce kalkmadım. Vapurlar geldi, beyaz kuğular geldi, lacivert bulutlar geldi. Sırayla hepsi gitti, şezlonglarda yanımda oturanlar kalkıp gitti. Ben kaldım. Kilisenin çanları saat başı öttü. Ben suya, buluta, kuğuya, çime, yelkene, vapura baktım. Hava kararmaya başladığında geri dönmek için nihayet toparlandım. Bütün günümü tek başıma göl kıyısında oturup kelimenin tam manasıyla hiçbir şey yapmayarak ve tek kelime konuşmayarak geçirmiştim. Ne mutluluk!
*****
O daha dün yenilmezlik depolayan benliğim Klagenfurt’taki ikinci günümde okkalı bir tokat yiyecekti az daha. Yolculuğum esnasında fotoğraf makinesi ve aksiyon kamerasıyla etrafı bol bol çekmeme rağmen uzaktan kendimi çekemedim. Çünkü ne öyle bir mekanizmam vardı, ne de beni çekecek bir yol arkadaşım. Kamerayı bir yere sabitleyip önünden sürmeye de ‘Birinin kapıp gidivermesi içten değil, şimdi durduk yere elimdekinden olmayayım’ diye yeltenmedim. Kimsenin olmadığı ıssız yollarda bu endişeyi duyan bendeniz, sabah şehir merkezinde anahtarı motorun üzerinde bırakıp kahve almaya gittim! Daha doğrusu, gitmişim. Döndüğümde senkronize duygu patlaması yaşadım: Başımdan aşağı kaynar sular dökülürken aynı anda muazzam bir rahatlama. Motora yaslanıp elimde tuttuğum dumanı tüten kağıt bardağa baktım. Dünyanın en pahalı kahvesini içmeme ramak kalmıştı.
Klagenfurt’tan çıkıp gölün batısında başka bir sahil kasabasına, Velden am Wörthersee’ye doğru sürdüm. Nedense gölün etrafında gittiğim her yer bana ya nostalji ya da déjà vu hissettiriyordu. Eski Türk filmlerinden hatırladığım seksenlerdeki Tarabya Oteli’ni andıran tesislerin bulunduğu Velden am Wörthersee’de biraz mola verdikten sonra beni İtalya sınırına götürecek otobana bağlandım. Çizmekte olduğum daireyi tamamlamaya yavaş yavaş yaklaşıyordum artık.
Avrupa’da çoğu ülkede yerleşim yerlerinin yakınından geçtiği için otoban kenarları sesi kesen yüksek panellerle kaplıdır. Bu yüzden manzara seyretmek pek mümkün olmaz. Bitmek bilmeyen asfalta bakar durur, bir kutunun ya da tüpün içinde seyahat ediyormuş gibi hissedersiniz. Slovenya bu açıdan bir istisna ve hoş bir sürprizdi benim için. Doya doya etrafı seyrederek sürdüm. Avusturya’da da pek panel görmedim, fakat zaten otobanda geçirdiğim mesafe oldukça kısaydı. Avusturya’dan İtalya’ya geçiş ise çok sayıda tünel ve bol miktarda rüzgarla doluydu.
‘Geldim, gördüm, yendim’ diyen antik seyyah ve Romalı politikacı Jül Sezar, yalnızca takvimlerimizin yedinci ayına, yemelere doyamadığım mayonezli salataya ve uygulanmaya başlamasıyla kadınların hayatını kurtaran doğum yapma yöntemine adını vermemiş; Avrupa’nın en yüksek sıradağlarının bugünkü Slovenya ve İtalya’nın kuzeyine yayılan kısmı da kendisinin adını taşıyor: Jülyen Alpleri.
Avusturya’dan İtalya’ya giderken kaç tünelden geçtim bilemiyorum. Yolun büyük kısmı dağların altından gidiyordu denilebilir, ancak buna rağmen iki tünel arası gün yüzüne çıktığım kısa aralıklarda gördüğüm manzaralar nefes kesici güzellikteydi. Ben otobanda sürerken bu kadar etkilendiysem tali yollara girsem kimbilir neler görecektim. Jülyen Alpleri’nin şahane bisiklet ve motosiklet rotalarıyla edindiği ünü ben bile biliyordum, fakat yolu uzatmaya yetecek kadar vaktim kalmamıştı. Trieste’ye dönüş için fazla oyalanmamam gerekiyordu. Zira İstanbul’a döner dönmez çıkacağım bir Moğolistan yolculuğu beni bekliyordu.
Moğolistan beni bekliyordu beklemesine, fakat önce oradaki bozkırlardan kopup gelenlerin burada bıraktığı izlere bir bakacaktım. Şöyle bir 1700 sene kadar önce başlayan Kavimler Göçü, Orta Asya’dan Avrupa’ya doğru halkları yer değişmeye zorlamış, haritaların baştan çizilmesine sebep olmuştu. Gerek İskandinav saga’larında, gerek Cermen lied’lerinde tekrar tekrar ortaya çıkan bir motif vardır: Uzaklardan gelmiş, ortalığı kasıp kavuran, ‘tanrının kırbacı’ denen bir savaşçı ve onun aman vermez barbar ordusu. Kliemhild’den Nibelungen’e çeşitli destan ve efsanelerde şu veya bu isimle karşımıza çıkan bu şahsiyet, elbette başta Roma İmparatorluğu olmak üzere herkesin korkulu rüyası Atilla’dır. Avrupa Hun Devleti’nin başı Atilla. Onunla ilgili hikayelerden biri de şudur: Roma İmparatorluğu’nu barbar kavimlerden (yani Hunlar’ın batıya ittirdiği Gotlar’dan, Vandallar’dan vs) ayıran sınırdaki, imparatorluğun en büyük şehirlerinden Aquileia’ya saldırıp ele geçirmiş, şehri yakıp yıkmıştır. Şehir düştükten sonra bütün askerlerinin miğferlerine toprak doldurup getirmesini emreder. Çünkü dümdüz ettiği şehrin yanışını izleyebileceği bir tepe lazımdır!
Şimdi bunu niye anlattım? O küçük tepeciğin karşısında duruyorum da, ondan. İki tekerlekli mavi atım beni tünellerden geçirdikten sonra Udine’ye getirdi.
*****
Gelince ilk işim klimaaa diye haykırarak kendimi hostel yerine doğru düzgün bir otel odasına atmak oldu, çünkü sıcak artık dayanılmaz bir hal almaya başlamıştı. Oldukça kısa mesafeler kat ediyor olmama rağmen Ağustos ayında motosiklet sürmek akıl karı bir iş değilmiş, günler biriktikçe daha fazla etkilendiğimi fark ettim. Yola çıktığımdan beri tek seferde en uzun sürüşü bugün yapmış olmamın ve sıcağı alıp üçle beşle çarparak ortamı fırına çeviren tünellerin etkisini göz ardı etmeyelim tabii.
İtalya’nın görülmesi gereken yerleri listelerinde Udine’nin adı pek geçmez, haksızlık bu bana sorarsanız. Ülkenin kuzeydoğusundaki yüzbin nüfuslu bu ufak kentin Orta Çağ mimarisini korumuş harika bir Eski Şehir bölgesi var. Otelde biraz serinledikten sonra çıkıp Piazza Liberta’ya yürüdüm. Hun askerlerinin yükselttiği tepeciğin üzerinde bugün Udine Şatosu bulunuyor. Onun yukarıdan seyrettiği bu meydanın harikulade Venedikli havasına bayıldım. Bir tarafı 13. yy’da yapılmış Lionello Locası, karşısı 16. yy’da yapılmış San Giovanni Locası. Lionello’nun revaklı gotik verandasında aşağı yukarı dolaşırken kendinizi başka bir yüzyıla ışınlanmış hissedersiniz. Fakat asıl şirinlik, tatlılık az ötede, Udineliler’in bence çok mantıklı bir şekilde il salotto, yani oturma odası dediği Piazza Matteotti’de.
Liberta’dan Matteotti’ye, bir meydandan diğerine yürürken bir kitapçının önünden geçtim. Başka bir yazımda anlatmıştım, seyahat ettiğim yerlerden hatıra olarak Küçük Prens alırım. Yirmi küsur senelik bir alışkanlık. Bilindiği gibi, bizim mavi pelerinli ufaklık dünyaya B-612 asteroid’inden gelmiştir. Hepi topu bir gül, üç küçük volkan ve bir de arsız baobab ağacından ibarettir prensimizin mini gezegeni. Bu yazıyı yazdığım tarihe kadar insanlık tam 545135 adet asteroid keşfetmiş, bunların bazılarını da isimlendirmişti. 46610 numaralı asteroidin yanında şu yazar: Bésixdouze. Fransızca okunuşuyla B-612 (Heksadesimal, yani onaltı tabanlı bir sayı olan B-612’nin onluk tabanda karşılığıdır 46610). Böylece hayal mahsullüğünden gerçekliğe terfi etmiştir asilzademizin memleketi. Buraya gelince öğrendim ki Udine’nin de bir asteroidi varmış, 33100 numaralı olan. Büyüklüğü de hemen hemen Küçük Prens’inki kadar. Udineliler asteroid’lerine gidebilseler baobab’ları falan olmazdı, ama gül yerine üzüm fidesi diker, bir şişe prosecco açar, bizim Vezüv daha güzel patlıyor diye şakalaşarak yaşamaya devam ederlerdi diye düşünüyorum. İl salotto’da meydanı çevreleyen renkli binaların yarattığı çocuksu atmosferin tatlılığında otururken başka türlüsünü hayal etmek imkansız.
Ne yazık ki bu tatlılık İtalya’ya girince tekrar çalışmaya başlayan internet pakedimin ilettiği haberler sebebiyle yüz buruşturan bir ekşiliğe dönüverdi. Türk Lirası akıl almaz bir hızla değer kaybetmiş, henüz bir hafta önce yola çıkarken 4,90 civarında olan Amerikan Doları 7 Lira’ya yaklaşmıştı. Kalbim sıkıştı. Neler oluyordu? Yaşadığım şaşkınlıktan ağzım açık, elim böğrümde, siteden siteye gezerek ne olduğunu anlamaya çalıştım. ABD ile yaşanan bir siyasal gerginlik ekonomiye yansımıştı. Ve ben buna yurtdışında yakalanma talihsizliğe düşmüştüm. İstanbul’dan arkadaşlarım ‘Ismarladığın makarnayı çabuk çabuk ye, bitirene kadar hesap ikiye katlanmasın’ diye soğuk esprili mesajlar yağdırıyorlardı. Yapacak bir şey yoktu. Balık batmıştı artık, yan yan gitmeye bakacaktım***.
*****
Udine’de iki gün geçirdikten sonra eşyalarımı son kez topladım, çantamı Vespa ’ma son kez yerleştirdim. Trieste’ye dönüş bu seyahatteki son sürüşüm olacaktı. Ayrılmadan motorum Udine’nin güzel meydanlarında fotoğraflarını çektirdi. Diyorum size, benden ayrı bir varlık kendisi. Seyahati ben değil, o yaptı adeta. Kendi fotoğrafım yok, onunki var!
Otobanda trafik epey hızlı akıyordu, o nedenle bu son rotayı aheste aheste sürme isteğimi gerçekleştiremedim. Seyahatimin başından beri en zorlandığım sürüş oldu bu. Keşfedilecekler keşfedilmiş, geriye mecburiyetler kalmıştı. Dönmek zahmetli geldi. Yorulduğumu hissettim. Birkaç hafta önce zor olanın bu seyahate başlamak olduğunu sanıyordum, oysa asıl bitirmesi ağır gelmişti. Kilimanjaro tırmanışımı hatırladım. Doğada herhangi bir zirveye çıkmak zordur, ama oradan inmek çok daha çetindir. Zirveyi görene kadar motivasyon yüksektir, her türlü güçlükle başa çıkılır. Ancak bir kere amaca ulaştıktan, adrenalini saldıktan sonra çıktığın yolu geri inmek, daha saatlerce yürümeye devam etmek birden katlanılmaz hale gelir. Oysa o da hedefe ulaşmanın, deneyimin bir parçasıdır. Bunu aklıma getirdim ve bitirmenin tüm hüznüne rağmen son kilometrelerimin tadını çıkarmaya baktım.
Trieste’ye tam planladığım gibi, 11 Ağustos öğleden sonra saat üçte vardım. Şehir ilk geldiğim günkü gibi hafif rüzgarlı, bulutsuz bir havayla karşıladı beni. Yelkenli tekneler hala salınıyor, çiçekli elbiseler hala uçuşuyor ve ben ‘İyi ki geldim, iyi ki ertelemekten vazgeçtim, aferin bana…’ diye kendi kendimi tebrik ediyordum.
Motorumu kadranına 606 km eklenmiş olarak limana teslim ettim, evrakları imzaladım ve gece otobüsüyle Lubliyana’ya gittim. Ertesi gün, ilk vardığımda yanımda taşımak ağırlık yaratmasın diye satın almadığım Slovence Küçük Prens kitabını unutmadan gidip aldım ve dönerken uçakta yine uyuyakaldım. Rüyamda iki tekerlekli mavi atım ve ben, asteroidlerden asteroidlere sürüyorduk da sürüyorduk…
– SON –
* Bu yazıyı yazıp bitirdikten sonra bulduğum eski notlarımdan, gerçekleşmeyen ilk planımı aslında çok daha önce, Kasım 2013’de Selanik’e gitmek üzere yaptığımı hatırladım.
**
Uğrunda oymağın her zinde ferdi
Şanlı Sakarya’ya candan söz verdi.
İstanbul Erkek Lisesi marşının ilk mısrası. 1915’te Çanakkale Savaşı’nda tamamı şehit düşen izci oymağı üyesi son sınıf öğrencilerine ithafen yazılmıştır.
*** Merak edenler için: Gemi, sigorta, vize, uçak bileti, aksesuarlar, benzin, konaklama, yeme-içme ve diğer her şey dahil bu seyahatin toplam maliyeti 1603 Avro.
Bu yazılar da ilginizi çekebilir:
Kilimanjaro Tırmanışı Hakkında Her Şey