Gözlük Çerçevesi

mozambik

Neden seyahat ediyoruz?

Bazılarımızın içinde karşı konulmaz bir ‘gitme’ arzusunun olmasının sebebi nedir?

Yeni ülkeler, insanlar, kültürler keşfetsek ne olacak, etmesek ne olacak?

Bazı insanlar neden seyahat etmenin özgürleştirdiğini düşünüyor?

Ve seyahat edenler neden başkalarını da yola çıkmaya iknaya uğraşıyor?

* * * * * * *

Her insan dünyayı birbirinden farklı algılıyor. Sen de, sana özgü bir gözlük çerçevesi içinden dünyaya bakıyorsun.

Yetişirken etkileşime girdiğin insanlar hayata dair değerlerinin oluşmasına etki ediyor. Kiminin etkisi büyük oluyor, kiminin ki az.

Gözlük çerçeveni yetişirken edindiğin değer yargıların oluşturuyor. Etrafında olup biten her şeyi o ana kadar öğrendiğin kriterler ışığında işlemden geçiriyor, değerlendiriyor, yargılıyor, karar veriyorsun.

* * * * * * *

Seyahat etmek dünyaya baktığın gözlük çerçeveni değiştirmene yarar. Onu değiştirirsen dünyanın senin etrafında dönmediğini fark edersin. Ve şaşırırsın. Çok şaşırırsın.

Dünya senin evde otururken zannettiğin yer değildir.

Mesela, en basitinden, başka kıtalarda dünya haritasının açısı bile farklıdır. Bir harita gördüğünde otomatik olarak Türkiye’yi arar, ama alıştığın gibi ortalarda bulamazsın. Kenarda bir yerdedir.

Trafiğin sağdan değil, soldan akmasıdır doğal olan dünyanın bir kısmı için. Güney Afrika’da biri ‘Sizde trafik terstendi, değil mi?’ diye sorunca evet diye mi cevap veresin, hayır mı, tereddüt yaşarsın.

Alfabe yalnızca Latin harflerinden oluşmaz, aklının alamayacağı kadar fazla yazı biçimi olduğunu öğrenirsin. Öyle çok uzaklarda değil, Avrupa’nın göbeğinde Glagolitik alfabesi vardır mesela. Tuhaf harfleri olan sadece Çinliler ve Japonlar değildir senin için artık.

Kullanmadığın, sonradan öğrendiğin bir dolu uzunluk ve ağırlık birimine hakim olursun. Ama konu Etiyopya takvimine gelince şaşalarsın. Sene 12 değil, 13 aydır.

Irk kavramın alt üst olur. Kızıl saçlı, renkli gözlü ve beyaz tenli bir kadın zenci olduğunu söyleyebilir. Ya da kendini ‘renkli’ diye tarif eden beyaz tenli Güney Afrikalı garson kız ensesine yaptırdığı ayyıldız dövmesini gösterince ‘yavaş gel dostum’ dersin, ‘hepsini birden anlayamadım!’. %25 İngiliz, %50 Çinli, %25 Yeni Zelanda yerlisi Maori olduğunu söyleyen bir erkekle tanışınca rakamları mı aklında tutmalısın, ülkeleri mi, yoksa dünyanın dört bir tarafından gelen bu insanlar nasıl tanışıp çocuk yapmışlar onu mu düşünesin, şaşırırsın.

Afrika’da yanına gelip sana Japon olup olmadığını sorduklarında ağzın bir karış açık kalır. Dalga mı geçiyor acaba diye bakarsın, yoo adam gayet ciddidir. Kekeleyerek hayır dersin.

Fotoğrafı çekildiğinde ruhunun çalındığına inananlar sadece Kızılderililer değil, Sudanlılar’dır aynı zamanda.

Çıplaklık ile ilgili bütün bildiklerin ters yüz olur. Mesela yaz tatilinde yatakhanesinde konakladığın Almanya’daki lisenin duşlarının tamamen açık ve ortak olduğunu görürsün. Bırak karşı cinsi, kendi cinsinden biriyle bile yanyana çıplak durmak ayıp değil miydi? Ya da yaşı ve kilosu kaç olursa olsun Brezilya’da her kadın tanga giyip plajda dolaşır, kimsenin de bunu umursadığı yoktur.

İnsan hayatının bazen ne kadar değersiz olduğunu görürsün. Ölüm ne kadar kolay ve sıradandır bazı yerlerde. Bindiğin minibüs 6 yaşında bir Mozambikli kıza çarpınca onu hastaneye yetiştirir, ölüm haberini aldığında ‘ben bugün burada olmasam bu kız ölmeyecekti’ diye düşünürken yakalarsın kendini.

Öldükten sonra bedeni ele alma biçimi de ne kadar farklı… Gürül gürül et kokusu burnunun direğini sızlatırken müzik ve dansla dolu bir ölü yakma töreni izler, hipnotize olursun Nepal’de.

Şehir hayatından çıkıp üstüne yıkılan bir doğaya karışınca, ki neresi olduğunun bir önemi yok, ister denizin derinliklerine dalmışken, ister yağmur ormanlarında, ister gölde yüzerken, ister bozkırda, ne kadar küçüksündür. İçinden nasıl bir coşku fışkırır, nasıl hayran olursun her baktığın yere… O dağ ne uludur, o göl ne sakin, denizin altındaki hayvanlar nasıl da istifini bozmaz seni görünce ve bozkırdaki o sürüler sana nasıl kafasını çevirir.

Koyunların, ineklerin, atların açık havada yaşadığı ülkeler görürsün. Değil çiftlik, hara, mera, bir çatı bile yoktur altına sığınabilecekleri. Yağmur yağınca ne yapıyorlar diye sorarsın budalaca. ‘Hanımefendi, bu hayvanlar doğal ortamlarında yaşıyorlar, çatıya ihtiyaçları yok, yağmur yağınca ıslanıyorlar’ cevabını alınca zihnin berraklaşır.

Din ve inanç sistemlerine bakışın bütünüyle değişir. Mesela Budist rahipliğinin din adamlığı olmadığı öğrenirsin. Herkes hayatının istediği bir döneminde işini gücünü bırakıp bir yıl boyunca manastıra kapanabilir. Kapanmak derken lafın gelişi. Manastıra gider, saçlarını kesip kırmızı-bordo kıyafetini giyer, kendine dönmek, arınmak, dua etmek, topluma faydalı işler yapmakla uğraşır. Kendine ayırdığı süre bitince hayatına geri döner; yerini düşünmek, odaklanmak, rahatlamak, ibadet etmek isteyen başka birine bırakır. Bunları öğrenince Budist olasın gelir.

Kadın sünneti diye kulağına çalınan meselenin bir işkence yöntemi ve insanlık suçu olduğunu fark ettiğinde öfken kulaklarından taşar. Kız çocuklarının genital organlarının henüz 3-4 yaşındayken kesilip yırtıcı kuşlara atıldığını, yaranın vajina girişi tamamen kapanacak şekilde iyileştirildiğini, kızların evlenecek yaşa geldiğinde kocasının kapanan yara yerini bıçakla yarıp içine girdiğini öğrenince bacaklarını sıkı sıkı kapatırsın farkında olmadan.

 

Sadece barınabildiğin bir evin olduğu, her gün iki öğün yemek yiyebildiğin, temiz su bulabildiğin ve ailen hala hayatta olduğu için dünya nüfusunun ezici çoğunluğundan daha iyi şartlar altında yaşıyorsundur. Ne kadar şanslı olduğunu idrak edersin. Bunu fark edince utanırsın.

* * * * * * *

İnsan sadece bildiği şeyi sever.

Ve ancak öğrendiği şeyi bilir.

Sadece kendisine öğretilenle yetinirse sevdiği şeyler de sınırlı olur.

Seyahat öğretir. Hem de şelale gibi akar insanın üzerine…. Kamyon gibi çarpar. Bedensel ve zihinsel sınırlarının nerede olduğunu, kendini nereye kadar esnetebileceğini gösterir. Gözlük çerçeveni kırar kırar eline yenisini verir.

Ta ki sen çerçevesiz kalıncaya kadar…

Seyahat edenin yolda keşfettiği aslında ne yeni insanlar, ne yeni kültürler, ne de yeni yemeklerdir.

Klişedir, ama doğrudur: İnsan yolda kendini keşfeder.

PAYLAŞ: