Ben ki sualtı yaşamına ve canlılarına o kadar aşina biriyim, leğenlerdeki kımıl kımıl mahlukatı görünce ben bile bir tuhaf oldum. Büyük-küçük türlü boyda sübyeler, ahtapotlar, mürekkep balıkları, kalamarlar, farklı kabuklarıyla çeşit çeşit midyeler, yengeçler, ıstakoz bacakları, yılan balıkları, yayın balıkları…
Leğenler arasında gezinirken pazarın tek erkek tezgahtarını gördüm. O tarafa doğru iki adım atmıştım ki, adam elinde tuttuğu kamayı havaya kaldırdı ve çaaat diye tezgahta yatan kaplumbağanın üzerine indiriverdi. Aman gitti canım hayvan derken kaplumbağanın çoktan hayvan cennetini boylamış olduğunu, kamayla ikiye yarılanın yalnızca kabuğu olduğunu fark ettim. Ardarda iki hızlı çat-çat daha geldi. O fosil gibi taşlaşmış, kalın ve sert kabuk küçük ve eşit parçalara ayrıldı, akşama evdekilere kaplumbağa çorbası yapacak olan kadının poşetine girdi.
Pazarın en yaratıcı satıcısını da aynı esnada gördüm: Kaplumbağacı amcanın biraz ilerisindeki kurbağacı teyze! Bir satıcı kadın 10-15 tane canlı kurbağayı bir tepsinin üzerine dizmiş. Üçer üçer iple bunları birbirine bağlamış. Kurbağalar sürekli bir zıplama ve kaçma girişiminde. Fakat kafa çalışmadığından hepsi farklı zamanlarda farklı yönlere zıplıyor, sonuç olarak bir yere gidemiyorlar. Tepsinin üzerinde canlı canlı alıcı bekliyorlar.
Satıcının ürününü taze tutma derdini anladım da, satın alan nasıl götürüyor o kurbağaları eve, işte onu çözemedim!