Üsküp (17. Gün)

Sabah kör karanlıkta Üsküp’te indik. İner inmez kendimizi korku filmi çevirmek için çok müsait bir istasyonda bulduk. 70’lerden kalma, köhne ve kirden simsiyah olmuş istasyon binasında, tamamı floresan olan ampullerin bir kısmı patlamış ve yerine yenisi takılmamış. Dolayısıyla etrafta karanlık desen değil, aydınlık desen hiç değil, tam anlamıyla bir alacakaranlık kuşağı durumu var.

Önce gidip tarifeden Selanik trenini öğrenelim dedik. Belgrad’dan o kadar antremanlıyız, ama yine de Krill alfabesiyle yazılmış tarifeyi çözemedik. Meğer Makedonlar Selanik’e Solin diyorlarmış. Bunun Krill versiyonu da şöyle yazılıyor: COΓИН. Bizim bu bulmacaları çözüp oradan eve dönebilmemiz bir mucizedir, ben size söyleyeyim. Selanik treni öğleden sonra dörtbuçukta kalkıyormuş. Çantalarımızı istasyondaki emanete bıraktık. Emanet denen yer bir amcanın elindeki paslı anahtarla açtığı kiler gibi bir oda. İçerde de üst üste alt alta yığılmış üç-beş bavul. Amca, eski Türk filmlerinin nüfus dairesi sahnelerinde kullanılan kalın ve tozlu bir defterin sayfalarını ıkına sıkına çevirip adımızı sordu ve artık ne anladıysa onu Krill alfabesiyle deftere işledi. Bizim de elimize iki tane kağıt tutuşturdu. Aklımız bir daha çantalarımızı görüp göremeyeceğimize dair sorularla dolu olarak istasyondan ayrıldık.

Üsküp daha ilk dakikadan itibaren bende bir hayalkırıklığı oldu. Bunun sebebi, beklentimin yüksek olmasıydı herhalde. Zengin bir tarihi doku ve Osmanlı kültürünün izlerini görmeyi beklerken çirkin bir mimariyle tıka basa dolu, bakımsız sokaklardan oluşan, gri bir şehir gördüm.

Şehre en yakın dağın tepesine -nasıl desem- devasa, gigantik, hatta korkutucu boyutlarda bir haç yerleştirmişler. Oradayken bunun ne olduğunu, niye oraya konduğunu anlayamadık. İstanbul’a döndükten sonra Banu Avar’ın Sınırlar Arasında adlı kitabını okurken, bu hacın 2004’te Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (United Nations Development Programme) katkılarıyla Üsküp’ün tepelerine yerleştirildiğini ve maliyetinin 2 milyon dolar olduğunu öğrendim. Bu bölgede uzun yıllar bastırılmış dini duyguların son yıllarda patladığı aşikar. Yalnız Üsküp gibi, çoğunluğu olmasa bile önemlice bir kısmı Müslüman olan bir şehre Birleşmiş Milletler’in tutup da Demokles’in Kılıcı gibi bir haç dikmesi bana biraz tuhaf geldi. Üstelik iki milyon dolar sadece Üsküp gibi fakir bir şehir için değil, her şehir için önemli bir para iken…

Makedonya, yani tam adıyla eski Yugoslav Cumhuriyeti Makedonya, Avrupa’nın en fakir ülkesi. İki milyon kişiden oluşan mütevazı nüfusunun dörtte biri yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Bunların büyük bölümü de azınlıklar. Savaştan hemen sonra, yaklaşık 4 yıl önce yapılan nüfus sayımına göre halkın hemen hemen %65’i kendini Makedon olarak tanımlıyormuş, %25’i de Arnavut… Türkler’in oranı ise sadece %3, yani hepi topu 60-70 bin Türk var Makedonya’da.

Sonradan öğrendim ki, nüfus sayımındaki etnik köken bilgisi gerçeği pek de yansıtmıyormuş. Zira sayım beyan esasına göre yapılmış. Türkler’in bir kısmı daha iyi iş imkanları yakalayabilmek için sayım sırasında Makedon ya da Arnavut kökenli olduklarını söylerken, bazı Makedonlar da üniversitelerde azınlıklara tanınan ek kontenjanlardan yararlanmak için Türk veya Arnavut olduklarını beyan etmişler. Anlayacağınız durum karışık. Kimsenin de içinden çıkabilecekmiş gibi bir hali yok.

İstasyondan çıkıp bir süre sokaklarda turist bilgilendirme ofisi gibi bir yer aradık. Öyle bir yer olmadığını, olsa bile ne bizim, ne de başka bir turistin orayı bulamayacağını tez vakitte anladık. Şehir merkezine varmak için gösterdiğimiz çaba da, bir taksi şoförünün etrafımızdaki 3-5 kirli apartmanı işaret edip ‘şehir merkezi burası’ demesiyle son buldu. Çözüm olarak, yolda gördüğümüz Holiday Inn oteline girip ihtiyacımız olan bilgiler için içerideki turizm acentesine başvurduk.

Üsküp, birçok Avrupa şehri gibi büyük bir akarsuyun yanına kurulmuş: Vardar. Güzel Türkçe’mizde şarkılara türkülere konu olan Vardar, maalesef Göksu Çayı ile aynı kaderi paylaşıyor: Hatıralarımızda son derece romantik, gerçekte ise son derece çamurlu. Vardar’ın üzerinde yer alan ve Osmanlı’nın bu topraklarda bıraktığı en önemli mimari eserlerden biri olan Taş Köprü ise, üzerinde yapılan oynamalarla tarihi özelliğini epeyce yitirmiş ve betonarme bir geçide dönüşmüş. Taş Köprü’den yürüyerek şehrin Türk mahallesi olarak bilinen doğu yakasına geçtik. Önce Davut Paşa Hamamı’na gittik. Yüzlerce yıllık bu hamam şu anda sanat galerisi olarak kullanılıyor. Ardından Türk Çarşısı ya da Büyük Çarşı dedikleri semte gittik.

Eski Osmanlı çarşısı olan bu mahalle, taş kaldırımlı sokakları ve cumbalı evleri ile azıcık da olsa karakteristiğini koruyor. Ne yazık ki, evlerin bir kısmı tahrip olmuş, bir kısmının da yerine beton binalar yapılmış. Tüm evlerin giriş katı dükkan. Dükkanlar öyle içler acısı durumda ki anlatmaya kelimeler yetmez. Fakirlikten gerek satacak doğru düzgün mallarının olmaması; gerekse her vitrinin, her tezgahın ve her kapının ayrı dökülmesi içimizi burktu. Çarşıda dolaşırken Mustafa Paşa Cami’ni ve bir Türk hamamını görmemize, üstüne birkaç da Türkçe kelime kulağımıza çalınmasına rağmen, yine de kendimizi bir Türk mahallesinde gibi hissetmedik. Aksine bu bölge haç, Meryem Ana heykeli, mum, tesbih ve diğer dini aksesuarları satan bir sürü dükkanla doluydu.

Üsküp’ün en ilginç ziyaret noktası Holy Saviour Kilisesi. Osmanlı mahallesinden çıkıp yürüye yürüye kiliseye geldik. Küçücük bir Sırp Ortodoks kilisesi olan Holy Saviour’ın iki özelliği var. Birincisi: Makedon milliyetçisi Gotse Delçev’in mezarı bu kilisenin bahçesinde.

Gotse Delçev, Makedonlar’ın bir nevi Atatürk’üymüş desem sanırım yalan olmaz. Delçev, Makedonlar’ın 1900’lerin başında Osmanlılar’a karşı isyan ederek bağımsızlıklarını kazanmaları için çalışan fikir lideri. Gerekli örgütlenmeyi sağlarken 1903’te bir Makedon köyünde Osmanlı askerleri tarafından kıstırılarak öldürüldüğünde yalnızca 31 yaşındaymış. Ölümüyle kahraman haline gelmiş. Onun ölümünden sonra, 1904’te, örgütlediği Makedonlar isyan ederek ülkenin bağımsızlık savaşını başlatmışlar. Şöyle de diyebiliriz: Delçev bize göre ülkesine ihanet eden bir hain, Makedonlar’a göre vatanına bağımsızlığını kazandıran bir kahraman. Tarihi hangi gözlükle okuduğunuza bağlı..

Holy Saviour’ın ikinci özelliği ise, kilise binasının içindeki bir süsleme. Yaklaşık 10 metre genişliğinde ve 3 metre yüksekliğindeki fındık ağacından oyulmuş bu ahşap duvar süsü, iki kardeş ve onların bir arkadaşları tarafından elle ve 1817-1824 yılları arasında tam 7 yılda tamamlanmış. Küçücük kilisenin içindeki deli işi bu devasa oyma kilisenin ünlenmesine neden olmuş.

Kiliseden sonraki son durağımız biraz ilerideki Kale oldu. Yine Osmanlılar’dan kalan bu kalede de fazla görecek birşey yoktu. Biz de Vardar kıyısına indik ve nehir boyunca uzanan kafelerde trenimizin kalkış saatine kadar bir şeyler atıştırıp takıldık.

Akşamüstü rötarlı gelen trenimize binip Selanik yoluna koyulduk. Trene binmeden yine Birant’ı aradık, çünkü Selanik’te kalacak yerimiz yok. Gece geç saatte şehre varacağımız için bir yer bulmamız da zor olacak. Bize internetten bir otel ayarlayıp adresini SMS ile gönderdi. Gece 11’de Selanik’te trenden indik. Geliş sırasında gözüme son derece sıradan görünen Selanik istasyonu, Üsküp’ten sonra adeta saray yavrusu gibi kaldı. Kendimi medeniyete tekrar kavuşmuş hissetmiştim ki, bu hissim oteli görür görmez derhal değişti. Birant sağolsun, bize bir fuhuş oteli ayarlamış. Bu gece burada basılacağız, ben de ilk vesikamı Yunan otoritelerinin elinden törenlerle alacağım galiba. Otelin yanı striptiz şov, birinci katı sex shop, odaları da amaca uygun düzenlenmiş… Emrah kıyafetlerini çıkarmaya bile tenezzül etmeden yattı. Bense “rahatım, çok rahatım” diye diye ve Birant’a dere tepe saydırarak uykuya daldım.
PAYLAŞ: