Belgrad (16. Gün)

İkinci günümüzde erkenden kalkıp önce St. Sava Tapınağı’na gittik. İlk bakışta camiye pek benzeyen bu ibadethaneyi görünce Türkler’den kalma bir yapıyı kiliseye çevirdiklerini düşündük. Oysa binanın tarihi çok yeni. Temeli 1935’te atılmış. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle 1941’de duran inşaata, ancak 1985’te yeniden başlanabilmiş. Şu ana kadar kilisenin sadece dışı bitirilebilmiş. Biz gittiğimizde içindeki inşaat devam ediyordu.

interrailBu kadar yeni bir binanın önemi nedir diye merak ediyor insan. Önemi adında gizli. 13. yy’da yaşayan ve kiliseye adını veren Aziz Sava, Sırp Ortodoks Kilisesi’nin kurucusu kabul ediliyor. Sırp inanışına göre, Aziz Sava’nın ölümünden 200 yıl sonra, kalıntıları mezarının bulunduğu manastırdan alınıp kilisenin inşa edildiği noktaya getirilmiş ve bir Türk paşanın verdiği emirle yakılmış. Bu hikayenin gerçeklik payı nedir bilemiyorum, ama görüldüğü üzere Sırplar Türkler’e hala kıl, bunu simgeleştirecekleri kilise inşasına da canla başla devam ediyorlar.

St.Sava’dan sonra yürüye yürüye Skadarska Caddesi’ne geldik. Bir dönemin bohem hayatının simgesi olan, küçük tiyatro merkezleri ve sanat galerileriyle dolu bu semt, şimdilerde açıkhava restoranları, Arnavut kaldırımlı sokakları ve sokak çalgıcılarıyla ünlü. Özellikle turistlerin ve üniversite öğrencilerinin yaz geceleri geç saatlere kadar takıldığı buradaki restoranlardan birinde biz de uzun bir yemek molası verdik.

Yemekten sonraki rotamız yeniden Kalemegdan. Tuna ve Sava nehirlerinin birleştiği noktaya tepeden hakim, surlarla çevrilmiş bu geniş alanın içinde Türkler’den kalan bazı anıtlar var: Damat Ali Paşa Türbesi, Zindan Gate / Dizdar Tower / Sahat Tower gibi isimleri olan kapılar ve kuleler, 1867’de Türkler’den şehrin anahtarının teslim alındığını resmeden anıttaş… Bunların dışında, The Victor heykelinden Yılanlı Balıkçı Çeşmesi’ne kadar türlü eser Kalemegdan’ın ambiansını tamamlıyor. Ancak Belgrad halkı için burası daha ziyade, genç sevgililerin akşamları kaçamak noktası ya da yaşlıların pazar günleri buluşma ve gevezelik etme yeri. Bir nevi Gülhane Parkı 🙂

Akşam olunca yine pılımızı pırtımızı toplayıp istasyona koştuk. Bineceğimiz tren Üsküp ve Sofya’ya gidecek vagonlardan oluşuyor, yolda sırayla ayrılacaklar. Kendimizi Bulgar polisinin önünde bulmak istemiyorsak doğru vagona binmemiz lazım. Sağa sola bakınırken üzerinde “Yataklı – TCDD” tabelası olan bir vagon görüp heyecanlandık. “Aaaa, bak, yataklı vagoooon….” diye birbirimize bağıra çağıra gösterince, pencereden yarı beline kadar sarkan bir adam “Hee, yataklı vagon tabii yiğenim, ya ne olaacağdı??” deyiverdi, biz de kahkahaları koyverdik tabii. “Merhaba amca” deyip devam ettik. Nihayet üzerinde Krill alfabesiyle SKOPJE yazan vagonumuzu bulup içine atladığımızda trenimizin kalkmasına sadece birkaç dakika kalmıştı.

Zaten hepi topu iki külüstür vagondan oluşan Üsküp treninin kompartmanları çoktan tutulmuştu. Koridorda iki tur atıp kimin yanına oturacağımıza karar vermeye çalıştık. Vagonlardan birincisi sahiden çok düldül olduğu için onu doğrudan eledik. Diğer vagondaki kompartımanlar da hemen hemen doluydu. Yolcuları göz ucuyla tartıp en güvenilir olanlarını anlamaya çalışırken tek başına oturan üniformalı bir Sırp askerini görünce yanına girdik.

Yerleştikten birkaç dakika sonra asker kırık dökük bir İngilizce ile nereye gittiğimizi sordu. Üsküp dedik. Hemen ardından nereli olduğumuz sordu. Türküz deyince “hmmm” diyerek alnını kırıştırdı. Neyse, biz efendi gibi kitaplarımızı çıkarıp okumaya giriştik. Aradan 10 dakika geçtikten sonra asker bize dönüp “Özür dilerim” dedi. “bir şey sorabilir miyim?” Buyur dedik. “Buraya gelirken korkmadınız mı?”

Haydaaa! Bu yolculuğun enteresan geçeceği belli oldu. Bir yandan çocuğun doğrudan konuya girişine hayret ediyorum, bir yandan düşünüyorum: Biz köpekbalıklarıyla karşılıklı göbek atmış adamlarız ayol, buraya gelmekten niye korkalım. “Yoo” dedim, “korkmalı mıyız?”.

Asker birden dertli dertli bir iç çekti, “Biz” dedi “ CNN ve BBC gibi televizyon kanalları yüzünden bütün dünyanın gözünde kadınlara tecavüz eden, küçük çocukları öldüren katiller olduk”. Ne diyeceğimizi şaşırdık birden. “Ben de savaştım o yıllarda, ama ne tecavüz eden bir asker gördüm, ne de kadınları çocukları öldüren birini. Cami falan da yıkmadım. Bizi canavar gibi göstediler, ama biz sadece vatanımızı savunduk”. Bu cümleler, saatler süren muhabbetimizin başlangıcı oldu.

Sizi Zoran’la tanıştırayım. Soyadı bende saklı. Zoran 27 yaşında. Belgrad’lı. Askeri okul mezunu. Evli. Eşi 9 aylık hamile. Babası kamyon şoförü. Annesi Budapeşte doğumlu. Bir erkek kardeşi var, polis.

Zoran, Kosovo sınırındaki birliğine katılmaya gidiyor bu trenle. Bize Kosovo ile ilgili Sırp bakışını özetliyor: “Arnavutlar Sırplar’ı sevmiyor ve birlikte yaşamak istemiyor. Terörist Arnavutlar Sırplar’a saldırıyorlar, biz de oradaki halkımızı ve toprağımızı savunuyoruz”. Tamam, Kosovo’yu anladık. Ama Hırvatlara, Boşnaklara niye saldırdınız? “Hata yaptık” diyor. “O zamanki yönetim Yugoslavya’nın parçalanmasını savaşarak önleyebileceğini sandı, ama zorla güzellik olmaz”. Zoran konuşurken bir Sırp olmanın, üstelik asker bir Sırp olmanın zorluğunu ve kafa karışıklığını derinden hissediyoruz. “Biz asla Avrupa’nın bir parçası olamayacağız” diyor. “Avrupa bizi sevmiyor ve istemiyor. Hem zaten ben de Avrupa’yı sevmiyorum, onlara karşı savaştım, onları nasıl sevebilirim ki?” Gülerek ortamı biraz yumuşatmak istiyoruz, “aman üzülme” diyoruz, “Avrupa bizi de istemiyor zaten!” Türkler ile ilgili ne düşündüğünü öğrenmeye çalışıyoruz, orada da kafası biraz karışık. 350 yıl boyunduruğu altında yaşadığı millete, milli bilinçle yoğrularak eğitilmiş olmanın getirdiği sorumlulukla pek sempatik bakmaması gerektiğini hissediyor. Ama bizden hoşlandığı belli, sert bir cevap da vermek içinden gelmiyor. “600 yıl savaştık, ama şimdi savaşmıyoruz. Bence aramız OK” diyor gayet diplomatça.

Zoran asker olduğu için yurtdışına seyahat edemiyor, görev icabı gidişleri hariç. Görev icabı Kongo’ya gidip 6 ay kalmış. “Para için” diyor. “Burada o parayı kazanmam imkansız”. Birkaç hafta sonra Irak’a gidecekmiş. Yine 6 aylığına. “Çocuğum olacak, daha iyi bir hayat için para kazanmam gerek, gitmek zorundayım” diyor. Konuşmamız ilerlerken öğreniyoruz ki, Sırp askerleri izinde de olsa, emekli de olsa, ordudan istifa da etse, yurtdışına çıkmaları yasak. Yani Zoran ömrü boyunca Sırbistan dışında bir yeri gezemeyecek. O yüzden bize imrendiğini belli ediyor. Bu seyahat için ne kadar para harcadığımızı soruyor. Kafadan bir hesap yapıp o ana kadar 500-600 Euro harcadığımızı söylüyoruz. “Benim o kadar parayı kazanmam için Kongo’da 5 ay kalmam gerekti” diyor. Kalakalıyoruz.

Neden sonra aklıma bize ilk başta sorduğu soru takılıyor, onun için “Bu yol bizim için güvenli mi?” diye soruyorum. “Merak etmeyin” diyor, ”yol şimdi güvenli. Birkaç yıl önce bu yollardan silahınız yoksa geçemezdiniz, sizi vururlardı. Ama şimdi trende Sırp polisi var, devriye askerleri var, korumalar var. Bir de ben varım” deyip gülüyor. Doğrusu trende bu kadar çok asker, polis falan olduğunu fark etmemiştim ben. Zoran, lisansı gereği yanındaki silahının mermilerini bavulunda taşıması gerektiğini, ama yanında bir de bıçak olduğunu anlatıyor. Hani birşey olursa bizi koruyacak ya…

Sırplar kız bebek doğduğunda gül ve para, erkek bebek doğduğunda bıçak hediye ederlermiş. Kızlar gül kadar güzel olsun, paraları da bol olsun, iyi bir koca bulup evlensinler diye. Erkekler de bıçak gibi keskin olsun, güçlü ve savaşçı olsun diye. Kendi bıçağının da büyükbabasının hediyesi olduğunu ve yanından hiç ayırmadığını söylüyor. Hatta bir keresinde savaşta silahı tutukluk yapmış, bıçağını çekip karşıdan gelen adama koşmuş, adam korkup kaçmış. “Kaçmasaydı öldürmek zorunda kalacaktım” diyor Zoran, kanımız buzzz gibi donuyor. Dayanamayıp soruyorum: “Hiç kimseyi öldürdün mü?” Bilmiyormuş. “Karanlıkta ya da karmaşada sen karşıya ateş edersin, onlar da sana ateş ederler. Kimse birini vurduğunu bilemez. Öldürdüysem de bilmiyorum”. Hepimiz sessizleşiyoruz.

Sonra bir yerden bir kutu Milka çıkarıp bize ikram ediyor. Muhabbetimiz eşine, doğacak bebeğe, dinlediğimiz müziğe filan kayıyor. Zoran aslında bizim gibi bir genç işte. Hayattan güzel şeyler bekliyor. Gezmek, görmek istiyor. Doğacak bebeği için heyecanlı. Sıkı rockçı. Öte yandan hiç bizim gibi değil. Aşırı milliyetçi. Savaşmayı meslek seçmiş. Bizimle aynı trende vatan toprağının sınırlarını korumak üzere görev yerine gidiyor.

Bir arkadaşı buna demiş ki, Osmanlılar vakti zamanında Kazıklı Voyvoda, nam-ı diğer Kont Drakula’nın başını kesmiş, İstanbul’a göndermiş. Şimdi biz de onu sergiliyormuşuz. “Yok, daha neler” deyip hep beraber gülüyoruz. Bütün yolculuğumuzun en ilginç sohbeti burada bitiyor, uykuya dalıyoruz.

 

PAYLAŞ: